Yüz Yaşına Kadar da Çalışılır mı?

1995 Yılında emekli olduğumda 40 yaşındaydım; o zaman çıkan iki yasa ile emekli olmam kaderim gibi oldu; erken emeklilik ve yurtdışı mecburi hizmet kaldırılması. Ancak resmi emeklilikten sonra çalışmaya devam edebildiğim için gönlüm müsterih; 58 yaşıma kadar sürekli çalıştım. Şimdilerde doktora sonrası 60 yaşımda bir yerlerde ders verebileceğimi umut ediyor ve gerekli girişimlerde bulunuyorum. 

Ancak herkes için durum aynı değil. Askeriyeden sınıf arkadaşlarım 53 yaşında “Kırmızı Kart” görene kadar bekledikten sonra emekli oldu; fakat çoğu çalışmadan sadece sınıf yemeklerine katılmak suretiyle tüketime katkıda bulunuyorlar. Ağabeyim SGK’dan emekli olduğundan (65 yaşında zorunlu) emeklilik konularında sohbetimiz sırasında pek çok şey öğrenmiştim. İnsanlarımız adeta bedavadan emekli maaşı alabilmek için neler yapıyorlardı. Eşinden kağıt üzerinde boşanıp babasından emekli maaşı alanlar, olmayan çalışma sürelerini belgelerle oldu gibi gösterenler, torpil isteyenler.  Daha önceleri “Süper emeklilik”, “Ballı emeklilik” envaiçeşidinden fakat ne aktüerya, ne insaf ne etik kapsamına girmeyen durumlar. En doğru emekli olanlar bile 45-50 yaşından sonra atıl kalmayı yeğliyorlar, kahve köşeleri hariç. Bu durum sık sık çıkan  “SGK iflas edecek” tipi haberlerle gündeme getirilir; fakat bir çözüm olmadan devam ediyor.

ABD geldiğimde dikkatimi çeken konulardan biri de, mağazalarda, ofislerde gördüğüm çalışan yaşlı insanlardı. Bunlardan bazıları ile sohbet ettiğimde, sağlık güvencesi ve bakım için çok para gerekmesi, daha iyi yerlerde ve şartlarda yaşayabilmeleri, çatılarını aktarabilmeleri için paraya ihtiyaçları olduğu ve bu nedenle de çalışmaları gerektiğini öğrendim. Eşimle birlikte kapalı, havasız mağazalarda günde 8 saat ve genelde ayakta duran yaşlıları gördüğümüzde hayretle karşılıyoruz. “Aaaa, annem yaşında kadın!” sürekli kullandığımız cümlelerdi.  Geçtiğimiz hafta sonu “Market Basket” denen buranın büyük bir süpermarketindeki kasada dikilen kadının en az 85 yaşında olduğunu tahmin ettik ve başlarındaki kişiye “Bu teyze kaç yaşında?” diye sordum; ancak “bilmediğini ve ABD ‘de çalışma yaşı ile ilgili bir üst sınır bulunmadığını” bizim şaşırmamıza şaşırarak söyledi. 

Bugün bir de internetten bakayım diyerek yaptığım aramada karşıma çıkan haber daha da şaşırttı ve düşünmeye sevk etti. 

This 103-year-old World War II veteran works five days a week.

103yas

Evet bu dedemiz 103 yaşında ve hâlâ çalışıyor; hem de bedenen ve bilfiil, umarım son bir yılda bir değişiklik olamamıştır. Tabi bu uç bir durum diyemeyeceğim, bu kadar yaşlı insanı çalışırken görünce. Batıdaki bu çalışma azim, potansiyel ve kinetiğe ilk defa Norveç’lilerle bir projede çalışırken hayret etmiştim; ben 27 yaşında bile değil iken 60 yaşında Norveçlinin emekliliğe daha çok var demesi ile. O zamanlar emeklilik yaşının Norveç’te 67 olduğunu söylemişti; yıl 1983. Daha sonra yabancılarla muhatap oldukça, yaşlı fakat konusunda yılların uzmanlığı ile ve büyük bir azimle çalışan yaşlı-gençleri, artı bir de bu durumun tüm kadınlar içinde geçerli olduğunu görünce Batı’nın, Japonya’nın, Çin’in neden bu kadar ileride olduğunu bir kere daha anlamış oldum. Reading’de Amerikalılar ile sohbet sırasında 60 yaşında emeklimi oldun diye hayret etmişlerdi; halbuki 40 yaşımda resmi emekli oldum desem herhalde hiç inanmazlardı. Bu nedenle emekli olduğumu söylemiyorum bir daha burada.

Basit bir matematik ile 80 milyon ülkemizde bu emeklilik yaşı durumuna göre çalışma potasındakilerin sayısı, 20-55 yaş alırsak, 40 milyon kadar. Kadınların istihdam oranı %25; buna göre toplam 25 milyon çalışan var, işsizlik oranı dikkate alınmazsa. İşsizlik bu yaş grubunda en az yüzde 20 olsa geriye çalışan sadece 20 milyon kişi kalıyor; yani 100 kişiden sadece 25’i çalışır durumda. Aynı oran gelişmiş bir ülke için hesaplanırsa, örneğin aynı 80 milyon nüfuslu Almanya: Emeklilik yaşı da göz önüne alındığında potada 50 milyon kişi oluyor. Aynı zamanda nerede ise tüm kadınlar çalıştığından ve işsizlik oranı çok düşük olduğundan 50 milyonun 45 milyonu çalışıyor. yani oran nerede ise bizim iki katımız. Bir de bunun üzerine bu haberdeki gibi 70-80 yaşına kadar çalışanlar ve hatta gençler tarafına gittiğimizde bizdeki gibi üniversite sınavı bitirmeyi bekleyenler olmadığından bir miktar daha çalışanı ekleyebiliriz. Yani 80 milyonun 60 milyonu , yani 100 kişiden 75’i çalışıyor; hem de ne çalışma: Sabah saat altıda başlıyor, yılda çalışılan gün sayısı aşağı yukarı aynı tatiller çıkarılınca. Ancak yine örnek olarak ABD alınırsa makine ve otomasyondan yararlanma oranı bu çalışma etkinliğini katlıyor. Çöp arabalarında bir kişi görevli, bizde bir şoför ve arkada asılan iki kişi yerine; otomatik olarak çöp kutuları arabaya boşaltılıyor.  Üretimde de otomasyon, robotik çok fazla kullanılıyor; örneğin bizde yüz kişinin çalıştığı bir yatak üretim fabrikasının iki katı kapasitesine 30 çalışan ile erişilebiliyor.

Daha bunun içerisinde bu ülkelerin  araştırma ve inovasyon, sistem, çalışma ve örgüt disiplinleri, yılların birikimi, dünya ekonomisini yönlendirme gücü, sömürgeleri gibi diğer bir çok ekonomik, sosyal etkenlerdeki üstünlükler eklenmedi bu yazıda, basite indirgeme için. Sadece tek değişken çalışma ve emeklilik yaş değişkeni ile bu kadar malzeme çıktı önüme.

Bu durum Amerika için de geçerli, diğer gelişmiş ülkeler için de. Bu nedenle artık ikide bir neden biz hâlâ gelişmekte olan ülkeyiz diye düşünüp, adamların bizden neyi fazla ola ki diye dert etmeyelim; emekliliğimizin keyfini çıkarıp sırt üstü yatmaya devam edelim, arada da sanki çok bir yaşmış ve çok çalışmışız gibi, emekliliğimizin bilmem kaçıncı yılı diye kutlamaya devam edelim ki çocuklarımıza, torunlarımıza hiç bir şey kalmasın…Reading 12 May 2016

ABD: İnsan Profilleri

Reading, MA, Boston yakınlarında küçük bir kasaba. İrlanda kökenliler çoğunlukta olmasına rağmen bir hayli de İtalyan var. Ayrıca beden işlerini (çim kesme, çatı kaplama, ev onarım vb) yapan çok sayıda Hispanik kökenli vatandaşlar var; ancak bu kesim genelde evlerin ucuz olduğu başka kasabalardan buraya çalışmaya geliyorlar; çünkü bu kasabada ev kiraları ve fiyatlar çok yükselmiş durumda; bir oda bir apartman dairesi 500.000 dolar civarında.

Havalar düzelince Alp ile birlikte gezilere çıkıyoruz etrafta. Yaşadığımız Johnson Wood Condo’s sitesi içerisinde pek çok cadde var; ağaçlıklı, çeşitli hayvanların bulunduğu ve arada burada yaşayanlara rastladığımız. Arada dememin sebebi burada genelde çalışma saatlerinde kimse etrafta olmuyor. Bütün şehir terk edilmiş gibi. Bu nedenle birilerine rastlamak biraz şans işi.

Bizim bulunduğumuz apartmanda komşularımız, Çinli, Hintli, İranlı, biraz da Amerikalı. Briton kökenli Gil-Pam Congdon çifti en çok konuştuklarımızdan; emekli olup buraya yerleşen, yaşlılık nedeniyle müstakil evlerini (townhouse diyorlar burada) satıp, iki odalı dairelerine taşınmış. Eskiden sebze bahçesi yaptıklarından burada da yöneticiden izin alıp köşede beş-on metrekare yerlerde çiçek yetiştirmeye çalışıyorlar; bu nedenle de sürekli karşılaşıyoruz. Hintli olan kız belli çok zeki ve beyin göçü kapsamında gelip buralarda iş bulmuş; “Business Analyst” olarak büyük çaplı Amerikan firmaların IT altyapısı konusunda danışmanlık yapıyormuş, o kadar Amerikalı dururken. İranlının lokantaları var. Genelde Türk ve benzer kültürlerden gelenler lokanta tipi yerlerde iş yapıyor, her ne kadar bilgisayar, elektronik mühendisliğinde çalışanlar ya da öğretim elemanı olarak kalanlar olsa da. Bu ikinci bahsettiklerim de beyin göçü kapsamında, ülkelerinin yüz binde, milyonda birleri IQ sahibi olanlar.

Bugün yine site içi ve yakınındaki Enos caddesinde dolaştık Alp ile. Cadde çoook sakin, geniş, ağaçlıklı ve çok güzel evleri var, iki taraflı. Caddenin sonuna doğru bir kız çocuğu gördük yanında yaşlı biri ile. Oraya doğru gidip selamlaştık. Alp, kız çocuğu ile oynamak istedi; adını sordum; “Gabriela” dedi, sonradan babaanne olduğunu öğrendiğimiz bayan. “İtalyan kökenli misiniz?” dedim. “Evet” dedi. İtalyanca konuşabilir misiniz soruma çok sevindi; belki gurbetlerde ana dili konuşan başka birini bulduğu için. Bundan önce karşılaştığım ve adından dolayı İtalyan olduğunu anladıklarıma “İtalyanca biliyor musunuz?” diye sorduğumda, “hayır ancak dedelerimiz konuşabilirdi, biz burada öğrenemedik” diye hayıflanmışlardı. Bana nereli olduğumu sorunca, değişiklik olsun diye “Napoli’liyim” dedim. Bunun üzerine Alp’i torunu ile oynamaya başlattı ve sohbete başladık, İtalyanca. Ondört yıl önce geldiğini, İtalya’da ne iş ne de yaşam kalitesi kaldığını anlattı. “Her yer hırsız doldu, çocukluğumuzun en prestijli caddesi bakımsızlıktan ve göçmenlerden yürünemeyecek halde diye epey bir dert yandı. “Burada olmaktan mutlu musunuz?” diye sorduğumda, iş olanakları, sakin bir çevre, çocuk yetiştirmek için uygunluğu, kaliteli okullar ve gelecekle ilgili umut vadeden ortamdan bahsetti.  Ancak Trump “yabancıları istemiyor” deyince: “Yabancıları değil sadece bombalayan, insanları kurşunlayan Müslümanları istemiyor, haklı da” dedi. Yine Alp’i getirdiğim çocuk parkına kızı ile gelen Bulgar Christian’la sık sık konuşuyoruz. 27 Yıl önce Sovyetlerin parçalanması sırasında ülkesinden ayrılmış; önce Kanada’ya sonra da buraya yerleşmiş. Likör dükkanı açmış; işler iyi diyor. Türkiyenin şaraplarını beğenmiyor, en iyisi Fransız, oradan getirtiyorum diyor. Bulgaristan diyorum: Yolsuzluk, işsizlik dolu her yer diyor. Dedesi 90 yaşında orada çiftlikte yaşıyormuş. Sonra buralarda evlenmiş. Çocukları Amerikan kültürüne göre yetiştiriyor. Geri dönecek misin sorusuna: “Ne yapayım Bulgaristan’da iş yok, çocukların geleceği yok, özgürlük yok” diyor.

Eda’dan ayrılıp eve doğru giderken, köpek gezdiren bir genç kız laf attı, Alp’e. Konuşmada Brezilyalı olduğunu ve ülkesindeki yolsuzluk, anarşi ortamından kaçıp buraya gelmiş olduğundan bahsetti. Şu anki devlet başkanı “Dilma Roussef” ve önceki Lula’nın karıştığı yolsuzluklar ve bir türlü istikrar bulmayan ekonomik durum, işsizlik ve geldiği şehir Rio de Janeiro’daki olaylardan şikayet etti. Burada çalıştığı yerde “Nerelisin?” diye soranlara “Brezilyalı’yım diyemiyorum, ülkenin kötü şöhretinden dolayı” diye de ilave etti, Chiristiana. Brezilya ve benzeri ülkelerin “gelişmekte olan ülke” olarak tanımlanmasını komik bulduk; basbayağı geri kalmış bu ülkelerden geldiğimizi söylemek bile karşı tarafın yüz hatlarında değişikliğe neden olduğunu ve hemen ardından gelen ülkedeki sorunların açılmasını.

Pazar günleri, internette bularak devam ettiğim periyodik futbol maçında arkadaş olduğum, Polonyalı Jacek, Yunanlı Yorgo, Alman Tobias hep aynı nedenlerden buralara geldiklerini anlattı. Jacek, on yıl olmuş burada çalışmaya başlayalı,; Raytheon’da çalışıyor, vatandaşlığını yeni almış. Polonyadaki işsizlik, Walesa sonrası Katoliklerin devraldığı yönetimin yobazlığı ve ülkeyi geriye götürüşlerini anlattı. Tobias ise Frankfurt’tan gelip neden buralarda maceraya atıldığını sorduğumda, “burada iş bulmuştum, çocuklar da olunca artık yerleşmeye karar verdik” dedi. Yorgo 2000’de gelmiş yerleşmiş, nedenini anlatmadı; daha iki maç yaptık belki de bizim kültürümüze yakın sır vermek istemedi. Hakim Cezayirli. Fransa’da PhD yapmış, Kanada sonra buraya gelmiş, iti bir şirket, Analog Devices çalışıyor. Bizim memlekette iş yok, otorite çok fazla, özgürlük yok diyor. İrlandalı Peter nerede çalıştığını sorduğumda esprili bir dille geçiştirdi. Devamlı minyatür kalede duran Çin’li Ming hikayesini daha öğrenemedim.

İnsanların istediği aslında basit, iş, güvenli bir ortam, çocuklarının yarınları, özgürlük; bunları da burada bulduklarını düşünüyorlar…Reading, MA- 12 May,2016