ABD: Sistem İşliyor

A federal safety agency that investigates airplane failures, commercial truck mishaps and train derailments is taking a look at a Michigan road crash that killed five bicyclists to determine if lessons can be learned to prevent a similar tragedy.

bicycles

7 Haziran 2016 günü ABD Michigan Eyaleti Kalamazoo şehrinde yol kenarında bisikletler için ayrılmış şeritten gitmekte olan bir grup bisikletliye 50 yaşındaki bir Amerikalının kullandığı kamyonet çarpmış ve beş kişinin ölümüne bir çoğunun da ağır yaralanmasına neden olmuştu. Dünyada ve özellikle Amerika’da bisiklet olsun, koşu olsun, triatlon, jogging bu tip “outdoor” spor olaylarına katılım son yirmi-otuz yıldır hızlı bir şekilde artmakta. Bunda iletişimin gelişmesi ve insanların sosyal medya üzerinden birbirlerini etkilemeleri kadar artan refahla birlikte gelen obezite korkusunun da etkisi büyük. Türkiye’de de bir çok bisikletçi ve koşucu çok daha elverişsiz ve uygunsuz yollarda spor yapmaya çalışmakta ve sadece benim çevremde bile pek çok bu tip kazaya uğrayan var. Kaza olmasa bile sataşma ve her an bir sürücü ile gırtlak gırtlağa gelme durumlarından sabır çekerek kaçınabiliyoruz, ben ve sporcu arkadaşlarım.

Her ne olursa olsun bisiklet kategorisinde en korkunç bir olay olarak tarihe geçen bu kazanın nedenleri olarak sürücünün alkollü olma olasılığı ortada; sürücü yakalandı ve sorguda; epey bir ceza alacağından şüphe yok. Ayrıca burada yine bizde olduğu gibi takdir-i ilahi deyip bir-iki yılda salıverilme durumu da söz konusu değil.

Bu yazıda belirtmeye çalıştığım bizdeki gibi her kazanın ardından yazılan çizilen: “Sürücü direksiyon hakimiyetini kaybetti” ya da “Kaygan yol beş can aldı” gibi muğlak ifadelerle olayı geçiştirmek ve bir sonraki muhtemel kazayı önleyici tedbirleri düşünmemek şeklindeki yaklaşımdan ne kadar farklı hareket edildiği; ilk paragrafta olayla ilgili haberlerden bire bir alıntı yaptığım uçak kazaları, kamyon devrilmeleri ve trenlerin raydan çıkmalarını incelemekle görevli bir Devlet Güvenlik Biriminin bu kazayı mercek altına almış olması ve benzer trajedileri önlemek için bu olaydan çıkarılacak dersleri belirleme çalışmalarına başlamış olması ile ilgili haber.

Tabi burada olayın daha önceden önlenmesi, ne kadar gelişmiş olursa olsun bir ülkede her seviyeden insanların ve özellikle alkol, uyuşturucu etkisinde ne kadar tehlikeli olabileceklerini öngörerek gerekli tedbirlerin kaza öncesinden alınmış ve bu tip bir olayın yaşanmamış olması, şimdilik dünyanın en gelişmiş ülkesi* sayılan ABD için, çok daha beklenen bir durum olarak değerlendirilebilirdi. Ancak ABD yaşam tarzı ve kurulan demokratik sisteme göre** kişinin o işi yapabileceği yönde emareleriniz olsa da delil olmadan bir işlem yapamıyorsunuz. Diğer taraftan bu ve bunun gibi binlerce olayın da birer birer öngörülüp önlem alınması da zor. Gördüğüm kadarı ile burada (ABD) bir sistem kurulmuş ve herkesin bu sisteme uyacağı varsayımına göre insanlar yaşamlarını sürdürüyor. Örneğin yaya geçitlerinde, yol ayırımlarında tüm araçlar gece-gündüz, diğer tarafta araç olsun olmasın “STOP” işaretine uyarak durması ve ondan sonra tekrar hareket etmesi beklenmekte. Bu düzen üzerine yaya geçidinden geçen yayalar uzaktan arabayı görse bile onun duracağını düşünerek yada düşünmeden otomatik olarak yola çıkar.  Bir aracın durmaması için bir önlem yok, sadece sistem ve muhakkak bir ceza verileceği korkusu, ayrıca insanlara saygı rol oynuyor. Sistem ilk önce kurulmuş, sonra yaşanan olaylardan ders alınarak muhakkak eklemeler ve değişikliklerle en iyiye doğru yönlendirilmeye çalışılıyor; en azından bunu yapacak yine bir sistem, kurumlar ve bilinç mevcut, diye düşünüyorum.

Bundan sonra mecburen araba yollarına yakın seyreden bisikletçiler ve uzun mesafe için egzersiz güzergahını buraya yönlendiren koşucular buraları kullanmaktan kaçınır mı? Hiç sanmıyorum… Reading, 16 Haziran 2016. 

* Burada ABD için belirtilen en gelişmiş sıfatı tartışmaya açıktır; hangi açıdan en gelişmişi vb. ** Anayasanın birinci ek maddesinde yer alan yer alan hak ve özgürlükler kapsamında.

 

 

 

 

 

 

Nostalji

Her zaman bahçe işi ile uğraşan Amerikalı komşumlarımızı “grand-tuvalet” görünce merakla sordum “bu ne hal?” diye; “torunumuzun anaokul mezuniyet töreni vardı” diye yanıt aldım. Sonra yakındaki bir ilkokula (Barrow Elementary) , orta ve liseye (Parker School) vereceklerini söylediler; yani sonraki oniki sene hangi okula gideceği belli. “Zaten” dedi büyükanne “babası da aynı okullara gitmişti, ben de aynı okuldan mezunum”. Yaş yetmiş, okulu, çocukluğundan beri oturduğu evi, evinin önündeki ulu ağacı, yolu, çevre hep aynı. Senin baban da mı bu okula gitti diye sormadım artık. Amerikanın tarihi nedir ki, 1600 yıllarına ancak gider deriz, bizim binlerce yıllık tarihimizden dem vurarak mesnetsiz sohbetlerimizde. Ancak burada o kadar çok ev tarihi olarak işaretlenmiş ki. Hepsinin duvarında da inşa tarihleri yazıyor; 1600, 1700’lü yıllı. En çok da bir tek dalının kesilmesi bile yasak olan yüzyıllık ağaçlar, sanırım nesillerin hatıralarını saklıyorlardır ulu gövdelerinde. Bizde 15-20 yıllık evler eski kabul edilirken, burada satılık evlerin çoğu 50 yaşından fazla, belki biraz restore edilmiş o kadar.

Birden gerilere döndüm, binlerce yıllık tarihe sahip ülkemize; Karabük’te gittiğim ilk ve ortaokulum yıkılmış, yerinde yeller bile esemiyor; çünkü üzeri asfalt ve arabalarla dolmuş, Atatürk İlkokulu ve Merkez Ortaokulunun. Karabük. Anadolu’nun pek de büyük olmayan bir şehri, ne kadar sanayileşmiş olsa da, sanki başka yer yok araba yolu geçecek üzerinden. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerdeki durum çok daha büyük çaplı; ne okul ne ev, ne tarihi bir eser kalmış. Kalanlar da kale duvarlarından kat kat yüksek sevimsiz, zevksiz birbirinin aynı apartmanlar arasında kaybolmuş. Sonradan gittiğim tarihi Deniz Lisesi, Harp Okulunun yerine taşınmış, Harp Okulu da Tuzla’ya kaymış. Allah’tan binalar duruyor diyecektim, ancak en son görenler buraların içler acısı halinden bahsediyorlar; bakımsızlık, ilave gecekondu binalar nostalji duyulacak bir görünüm bırakmamış yerine hüzün ve hayal kırıklığından başka. 

Sadece binalar mı? Sistem diye bir şey kalmamış, her yıl değişen ve bilime, medeniyete, gelişmişliğe karşı kılıç çekmiş bir karmaşa. Çocukların bir yıl bile sonrasında hangi okula hangi sistemle gideceği belli değil, bu kadar emek, stres ve harcamaya karşın. Mantar gibi biten özel okullar, vakıf ( 😛 ) üniversiteleri, yılların emeği ve verdikleri binlerce öğrenci deneyimi üzerine bina edilmiş meşhur ya da daha az meşhur okulların temelleri üzerine çörekleniyor, içleri boşaltılmış sadece beton ve çelik biraz da yabancı mobilya, elektronik materyal ve fayanslarla. Sadece yabancı okullar biraz kalabiliyor: Robert Koleji , Üsküdar Amerikan Koleji , Alman Lisesi, Georg Avusturya Lisesi, St. Joseph Fransız Lisesi, Notre Dame De Sion Fransız Lisesi, İtalyan Lisesi, Saint Benoit Fransız Lisesi, Saint Michel Fransız Lisesi, Galileo Galilei İtalyan Lisesi gibi.

Sadece okullar mı? Çocukluğumuzun geçtiği ev, sokak, top sahaları, sinemalar; hepsini yıktılar, yıkıp yaptıklarını tekrar yıkıyorlar sadece para için. Ankara’da, İstanbul’da adı Bahçelievler olan semtler, gerçekten duvarlarından güller fışkıran evlerle dolu idi, daha 30-40 sene öncesinde bile. Ankara’dakiler yine yıkılıp dört katlı yapılıyor etraflarında göstermelik bahçeye benzetilen alanlar ile. İstanbul tam bir felaket; evler yan yana dizilirken gökyüzü sadece iki yandaki apartman duvarından dolayı kafamızı doksan derece yukarı kaldırınca görülebilir halde. Gidilebilecek kamu bahçe ve parkları ise sadece cep şeklinde ve yine “…mış gibi”.

Çocuklarımıza göstermek için bile mostralık en ufak bir kalıntı bırakılmamış. Halbuki gelişmiş ülkelerde hala Orrtaçağ’daki yapılar ve mimarisi ile çivi çakılmadan kalan binalar, bahçeler, ağaçlar ile dolu ve bunlar bir nevi kutsal emanetler gibi korunuyorlar. Geçmişinden bu kadar kısa sürede bu kadar kopuk hale getirebilmek bir memleketi, tümüyle sadece bizim kültüre mahsus olsa gerek. Bu konuda da gıpta ettim Amerikan komşulara…Reading, 14 Haziran 2016.

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Sonunda tuz bastım gönül yarama
Nice dağlar koydun, nice, arama
Seni terk edip de gitmek var ama
Ah bu şarkıların gözü kör olsun

Belirli bir yaşa kadar bir yere bağlı kaldıktan, oraların kültürünü, değerlerini aldıktan sonra, çok daha iyi bir çevre ve karşılaştırılabilecek farklı değerlere rağmen başka diyarlar yavan kalıyor. Kişiden kişiye değişse de, yeri değiştirilen ağaç gibi ayakta kalma olasılığı daha düşük gibi geliyor insana. Belki bu yüzden yaşamla ilgili kararları çok daha gençken almak daha faydalı, özellikle yaşanacak yer, meslek seçimlerinde. Sonradan ortama uymada çok sorunlar olabiliyor: İlk olarak yaşamsal ihtiyaçlar için buradaki sisteme dahil olabilmede ya önemli bir birikim ya da iyi bir iş gerekli. Kendi ülkendeki sosyal güvenlik geliri buranın sisteminde pek fazla katkıda bulunamıyor (Halbuki tersi geçerli: Örneğin ABD ya da Almanya’dan emeklilik maaşı alan bir kimse, bu maaş en alt seviyeden bile olsa Türkiye’de önemli bir gelir haline dönüşüyor.) Daha sonra barınma konusunda: Buralarda evler çok pahalı ancak gençlikten ihtiyarlığa kadar gelirini bağladığın bir “mortgage” sistemi buna olanak tanıyabiliyor. Bu da belirli bir yaştan sonra buralara gelenler için ev alma olanağını ortadan kaldırıyor, babadan miras kalmadı ise.

Sokakta insanlar çok kibar, saygılı ve düzen tıkır tıkır işliyor. Ancak bu düzenin yeknesaklığın ve daha az samimi oluşun, ülkendeki alışkanlık ve sıcaklığa göre yavan kaldığını hissedebiliyorsun. En ufağından en büyüğüne kadar dertlerinle baş başasın. Gerçi Türkiye’de de nasihatten başka yardım alamasan da en azından dinleyecek birilerini bulabiliyorsun. Yılların getirdiği alışkanlıklar, düzensiz ve pis de olsa çevre, insanlar daha sıcak gelebiliyor. Ortak alanlarda barbekü yapanların yanından geçerken sanki birisinin “buyur ağbi kokmuştur” demesini bekliyorsun, ya da parkta torunları oynatırken, bir yerde otururken karşılaştığın kimselerden “hemşerim nerelisin? İçinden mi ?” diyeceğin geliyor. Gerçi burada da sora biliyorsun daha büyük çapta: Hangi memleketlisin diye, başlangıçta tahmin yürütsen bile, Hintli-Pakistanlı, Çinli-Koreli. Ya da şimdilerde sistem değişmiş, paralısı, uzmanlığı devreye girmiş bile olsa hâlâ tertibin kaç diyesin geliyor bazen, fakat hemen kendine geliyorsun.

Bütün bu değerler daha çok hisle ilgili, sanal. Salt ekonomik açıdan, olanaklar ve sistem bakımından, zenginlik, çevre bir çok alanda somut olarak bir çok üstünlükler olsa da belirli bir yaştan sonra zor oluyor alışmak, sanırım. Ancak gençken ilk nesil olarak burada işe, okula başlamış olmak ya da doğuştan itibaren kendini bu sistemin içinde bulmak ve buna göre yetişmek farklı olsa gerek; burada doğanlar zaten doğrudan vatandaş olarak burada kalmışsa kargadan başka kuş tanımayacağı için, doğrudan bu düzenin içinde yetişince geri dönüşü olmayan bir yol olmuş oluyor.

Sanki oradaki kargaşa, itişme, üzerine doğru araba sürenler, her yere gelişigüzel park edip yolu, trafiği engelleyenler, kötü kötü suratına bakan magandalar, marketlerde, sinemalarda nereden çıktı bu adamlar diye bakan çalışanlar, hileli yiyecekler, tarihi geçmiş malları yeniden ileri tarihli damgalayarak sunan firmalar, içinde tek tırnaklı etleri çıkan sucuk, sosis haberleri, saçma sapan televizyon dizileri, delik deşik yaya kaldırımı olmayan olsa da her an takılıp düşme riski olan yürüme yerleri, ağaçların yerini çoktan almış yüksek binalar, göremediğin gökyüzü, yeşil, mavi renkler, hiç yıkanmayan kirden camları bile kapanmış belediye otobüsleri, deli gibi giden dolmuşlar ve özellikle de öğrenci servisleri, her gün gelen “şoförün direksiyon hakimiyetin kaybetme” sonucu şu kadar kişinin öldüğü haberler, her gün bir yerlerde bombalama, şehit haberleri alışkanlık mı yapmış ne.

Bir de şarkılar, gözü kör olası şarkılar var. Gerçi internetten artık tüm şarkıları canlı ya da youtube’lü izleyebiliyorsun, ancak sanki farklı oluyor burada dinlemek, anne-baba ile, kardeşlerle, çocuklarla, tanıdıklarla, akrabalarla.  … Reading, 06 Haziran 2016

ABD: Yetmişlik Komşularım

Havanın karlı ve yağışlı olduğu günlerde spor salonuna hemen her gidişimde yaşlı bir amcanın en az iki saat burada vakit geçirdiğini ve bu sürede epey ağır dambıllarla düzenli hareketler yaptığını görüyordum. Belirli bir süre sonra bir muhabbet oluştu, klasik “Hi, How yu’duing” ve “Good Afternoon” selamlaşmalandan sonra. Uncle Ted, bizden biraz ilerideki büyük evde oturuyordu; bakılması gereken geniş bir bahçeye sahip evde. Bölgede yüzden fazla çoluk-çocuk akraba bulunduğunu anlattı; dedesi zamanında gelmiş yerleşmişler. Dokuz kardeşmişler. Daha sonra 75 yaşında olduğunu ve gün aşırı her gün buraya gelmeye mecbur olduğunu anlattı. Bu kadar çok akrabası olduğu halde, kendini zor durumda bırakacak hareketsiz yaşam, obezite ve kas erimesine karşı hastalık ve incinme dahil bu rutini aksatmamaya çalıştığını da.

Jerry Vaillancourt, 70 yaşında, mağazacılıktan emekli olmuş; bölgenin UPS satış noktalarının franchising veren yetkilisi. Şimdilerde gezmek ve golf oynamakla geçiriyor vaktini; gördüğüm kadarı ile de sık sık dışarı çıkıyor arabası ile. Fransız kökenli; köklerini araştırıyor hobi olarak.; genealoji ile uğraşıyor yani. Vaillancourt soyadli ilk kişiye erişmiş, 1600’lü yıllarda. Tüm Fransa, Kanada ve ABD’de bu soyadlı kişilerin bu kökten geldiğini iddia ediyor. Bu kapsamda DNA’sını çıkartarak ilgili bir firmaya göndermiş yanıt bekliyor. Eşi ise İrlanda kökenli; burada zaten İrlanda kökenliler çok sayıda var; evlere asılan İrlanda bayraklarından kolayca görülüyor bu. Eşinin kökenler için doğduğu köye gitmişler; ancak Fransız kayıtları kadar düzgün kayıt tutulmadığından fazla bir şey bulamamışlar. Burada ilginç olay, 1600’lü yıllara hatta daha gerilere kadar iz takibi kilise kayıtlarından bulunabiliyor. Eskiden ne maksatla olduğunu araştırmadım ancak kiliseler bu kayıt konusunda çok titizmişler; hiç boş yok, tüm köy, kasaba, mahalle kayıtları buralarda var. Şimdilerde bu kayıtlardan yola çıkılarak çok geniş veritabanları oluşturulmuş burada. Bir kimsenin nereden gelip nereye gittiği, borcu, kredibilitesi, suçları hepsine erişilebiliyor bazı siteler vasıtası ile.

Gilbert Congdon, kısaca Gil, oğlumun oturduğu apartmanda karşı komşu, 71 yaşında; lise öğretmeni, 50 yıl önce Colby College‘dan mezun olmuş; bunu şuradan biliyorum: Bu hafta mezuniyetlerinin 50.nci yılı için okullarına gidip üç gün arkadaşları ile bir arada olmuşlar, dönüşte detaylı olarak anlattı, bugün. Brit kökenli, ancak ilginç olan İngilizlere karşı vatan savunması yaptık diyebiliyor. Sonradan üniversitede ders vermiş, basket ve “baseball” koçluğu yapmış, sonradan 20 dönüm bir arazide sebzecilik yapmış.  Fakat maalesef yakalanmış olduğu Parkinson nedeniyle uzun yıllar yaşadığı villasını satarak çocuklarına ve torunlarına yakın olması açısından buraya taşınmış. Gil, her zaman etrafta. Apartman arka bahçesine tamamen kendi gayreti ve harcaması ile çiçek alanı yapmış. Burayı bellemek, sulamak ve düzenlemek için bazen beraber çalışıyoruz. Bir keresinde bahçe etrafını çevirmek için taş çektik, onun arabası ile. Bir koruluk içinde bir alan oluşturulmuş, insanlar bahçelerindeki yaprakları ve diğer organik atıkları kağıt paketlere koyarak bu alana bırakıyor; bir yıl sonra bunlar gübreye dönüşüyor. Saykıl çok önceden başladığından Gil ile bahçe için buradan gübre olan bir önceki yılın atıklarını kova kova bahçeye taşıdık, onun arabasının arkasında. Yakınlarda villada oturan oğlunun bahçesinde de sebze ve çiçek yetiştirmek için bir alan oluşturmuş, bir-iki kez de yürüyerek oraya gittik. Bunun yanında Gil Amca sık sık uzun yürüyüşlere çıkıyor. Torunlarına bakcılık yapıyorlar eşi Pam ile. Lise kız “baseball” takımına koçluk yapıyor. Her hafta golf oynamaya gidiyor ve sürekli de briç için misafirleri geliyor. Bu nedenle de sürekli kapının önünde karşılaşıyoruz. Herkesle konuşuyor, adını soruyor, bahçesini gösteriyor. Buna rağmen 70’inden sonra atıl kaldığını şikayet ediyor. Geçenlerde “Reading Recreation Committee” üyeliği için aday olduğunu ve seçilirse düşündüğü faaliyetleri anlattı…Reading, 05 Haziran 2016

Devamı gelecek…

Deneyim Aktarımı

Homo-Sapiens_Sapiens gelişimi ve bugünkü modern, teknolojik toplumlara dönüşmesi öğrenme becerisi ve bu beceriyi bir sonraki nesillere aktarmada iletişim becerisi olduğu teoriden öte bir gerçektir. Yazının olmadığı dönemlerde sözlü ve öncelikle küçük topluluklar içerisinde, göçler sayesinde de diğer bölgelere toplumlara bizzat göstererek deneyim ve bilgi aktarımı sayesinde bu günlere gelinmiştir. Klasik bir deyişle son 20-30 yıldaki iletişim vasıtalarının inanılmaz yükseliş ve bu vasıtaların baş döndüren fiyat düşüşleri nedeniyle an alt gelir seviyelerdekiler tarafından bile erişilir hale gelmiş, getirilmiş olması sayesinde internet ortamında her türlü bilgi, belge, deneyim, öneri, sohbet ya da bilimsel makaleler, resimler, videolar halinde kullanıma hazır halde ve evrenimiz gibi sürekli genişler haldedir. Şu anda bir enstrüman (bilgisayar, mobil telefon) vasıtası erişilebilen  kişisel ve bulut ortamlarındaki sonsuz dijital bellek ortamına çok yakın bir gelecekte doğrudan erişim sağlanacağı mevcut projeler ve deneysel uygulamalar kapsamında aşikardır.

Ancak bu kadar geniş depolama kapasiteli, nerede ise sıfır hatalı ve tam olan, eksik nokta kalmamış, unutma ya da hatırlamama diye bir sorunu bulunmayan dijital bellek çeşitliliği ve etkinliği tartışmaya açıktır. Şu anda hiçbir bilgisayar, internet sitesi size bir babanın, bir ağabeyinin, bir danışmanın, bir rehberin farkında bile olmadan  sahip olduğu bellek çeşitleri: Kısa-süreli bellek, görsel bellek, anlatımsal bellek, olaysal bellek, uzun dönem bellek, bildirimsel bellek, gerçekler, olaylar,  (short-term, visual, transactional, episodic, long-term, declarative, facts, events, nouns, verbs, traumas impressions, pictures, feelings)  gibi çeşitli sınıflara ayrılabilecek bellek yapısı sayesinde yılların deneyim ve bilgisi ile elde ettiği ve genelde sunmaya hazır olduğu süzülmüş, ayrıştırılmış, yanılgılarla ve/veya doğrulukla test edilmiş,geçmişi yeniden canlandırarak gelecek için stabil bir bilgi paterni oluşturma potansiyeline ve kapasitesine sahip değildir, şimdilik. Mevcut altyapı ile internete girip şu derdim var diye arama yaptığınızda çok genel ve çoğunda biribiri ile çelişkili önerme ve yorumlarla karşılaşırız, her ne kadar internet “bana ne senin derdinden” diye yanıt vermese de. Hatta çok belirgin ve teknik konularda bile çok sağlıklı bilgiye erişemeyiz, bir çok yerden bu bilgilerin derlenip üzerinde düşünülmesi gerekir. Diğer taraftan İngilizce dışında bilgi bulabilmek de çok zor ve nadirdir. Genelde Türkçe bir arama yapıldığında karşımıza çıkan ya birbirini tekrar eden ve tamamen aynı olan sayfalar ya da çok eskilerde tercüme edilmiş makaleler çıkar, bazı felsefe ve özel konular dışında.

Bu nedenle çok önemlidir deneyimden yararlanmak. Tam bu konularda düşünürken Can Yücel’in şiiri çıktı karşıma. can_yucelBu olayı bu kadar özet, bu kadar net, bu kadar veciz anlatan bir anlatıma rastlamamıştım. Aslında bunun üzerine yazı yazmaya gerek kalmamasına rağmen, bir kaç satır yazmanın da zararı olmayacağını düşündüm. Kendimizin bile kendimizi tanımadığı, dinlemediği bir yapıda başkaları tarafından vızıldanan köhnemiş fikirlerin en yakın bile olsa insanlar tarafından ciddiye alınması ve hatta dinlemek için vakit ayırmaları bile gereksiz diye düşünülür. Ancak olaylar ve gerçekler böyle değildir. Bir kere bir nesil içerisinde pek fazla bir değişiklik yaşanmaz, özellikle sosyal konularda. Her ne kadar teknoloji hızla ilerlese de, bazı kültürler daha muhafazakar olduklarından, evlilik, arkadaş seçimi, meslek seçimi, okul seçimi, büyük-küçük ilişkileri çok daha yavaş değişirler; sorunlar genelde benzerdir. Belki yetmiş-seksen yıl önce henüz şehirleşme başlamadan, nüfus 30 milyon, şehirde yaşayanlar yüzde yirmi-otuz olduğu döneme göre yirmi-otuz yıl öncesi artık başta İstanbul olmak üzere tüm büyük şehirler tıka basa dolmuş, yaşam alanları küçülmüş, çevre, tabiat diye bir şey kalmamış, insanlar tıkış-pıkış yaşamak zorunda bırakılmıştır.  Artık köyden, kırdan şehre akacak fazla insan da kalmamış durumda. Çocuklarına, torunlarına aktaracak çok bilgi ve deneyim var, ancak karşıda kimse yok. Nerede ise tüm gençlik elektronik ortama kafayı sokmuş, devekuşu gibi sadece orada geçen yarım-yamalak bilgi kırıntıları, özenme ve yanlış yönlendirmelerle ya da hiç bir hedef, tavsiye almadan amaçsızca yaşam yolunda ilerliyor.  

Stanford Üniversitesi Virtual Human Interaction Lab (VHIL) gerçekleştirilen projede insanlara başkalarının yaşam deneyimlerini yüklenerek ne olabilecekleri sanal olarak fakat büyük bir gerçeklikle gösterilebilmektedir. Böylece insanlar kendi başlarına giderlerse, önerilere uyup giderse, ya da başka bir ülkede başka bir ortamda bulunursa gelecekte ne hale gelebileceğini görebilmektedir. Her insanın yaşamında karar noktaları, yol ayrımları yüzlerce, binlerce karşılarına çıkmaktadır. VHIL böyle bir deneyim yaşayarak “Keşke şurada şu şekilde gitseydim”in yanıtlarını bulmak mümkün gibi görünüyor. Ya da yüzlerce farklı hayatı yaşama şekli önümüzde olabilecek. Ancak bu işlemler hem çok pahalı ve bize gelmesi uzun yıllar sürebilecek gibi. Bu nedenle gençlere önerim; en yaşamlarında fazla “Keşke” kullanmamaları için kendi avatarlarını yaşayacak teknolojik ve ekonomik düzeye gelene kadar, klasik metot babadan-oğula tekniğini kullanmaları olacaktır… Reading, 5 Haziran 2016

 

ABD: Top Oynuyoruz, Kavga Çıkmıyor

Bundan on yıl kadar önce Çankaya’da tesadüfen seyrettiğim bir halı saha maçında yabancıları görmüştüm. Sorduğumda, “expatriate, kısaca expat diyorlar” olduklarını, Ankara’da elçilik ya da iş maksatlı ikamet edenlerin oluşturdukları bir faaliyet grubu olduklarını ve her hafta düzenli halı saha maçı yaptıklarını anlatmışlardı (Daha sonra bu sefer internet üzerinden başka bir “expat” grubuna eriştim, bunlarda Eymir Koşu Grubu olarak her hafta Eymir etrafında turluyorlardı, aralarında bazı Türkler de vardı.)

Futbol Expatları Holandalı, İngiliz, Polonyalı, Mısırlı, İtalyan, ayrıca elçiliklerde ve yabancılarla işi olan firma, devlet kuruluşlarından bazı Türkleri sürekli değişen bir yapıda idi, görev gereği gidenler ve bunların yerine yeni gelenler nedeniyle. Bu grupla yaklaşık iki yıl top oynadık. Bazı ufak tefek sürtüşmelerin yanında her kes bunun bir oyun olduğunun farkında olarak ne karşı takım ne de kendi takım oyuncularına kötü söz ya da davranış göstermemişlerdi. Örneğin bizde kendi takım oyuncusu bile bir hata yapsa ya da pas vermese hemen lafı yer. Karşı takım oyuncuları ise zaten düşman olarak addedilir. Bunlar tabi hem gurbette olduklarından hem de benzer çevrelerde görev yaptıklarından arkadaş olmuşlardı. Maçlardan sonra da yakın bir yerde bira içmeye giderlerdi birlikte.

Aynı sahaya ısınmak için normalde başlangıç saatinden önce gider, bizden önce oynanan maçlara bakardım. Bu maçlarda gördüğüm genelde zevkten çok kazanma, iyi top oynadığını gösterme ve birbirine üstünlüğünü kabul ettirme spordan önce gelen konulardı. Bir gün yine erken gelen expatlarla yarı gözle oynanmakta olan maçı izlerken öyle bir kavga çıktı ki; kavga saha dışına sıçradı. Sotunma odaları ve kafeterya bölümündeki sandalyeler kafalarda kırıldı, yabancılar her ne kadar bizim kültüre alışkın olsa bile hepimiz neye uğradığımızı şaşırmıştık.

Burada da Boston Yarı-Maraton bitince kendime meşgale için top oynayacak bir grup buldum, internetten. Zaten o kadar çok ve güzel futbol sahaları var ki, insan neden buralar boş kimse oynamıyor diye düşünmeden edemiyor. Aynen fakir bir çocuğun pastane vitrinindeki çeşit çeşit pastaları neden bu pastane sahibi yemiyor ki diye düşünmesi gibi. Belirtilen saatten önce sahada oldum ısınmak için, sabahın yedisi, pazar günü. İnsanlar gelmeye başladı, hemen ekipler kuruldu. Öyle iddialı bir gruplaşma yerine gelenlerin T-shirtlerine göre açık renk olanlar bir tarafa diğerler karşı takımda maça başladık. Bu arada yeni gelen olursa otomatik bir takıma giriyordu. Genelde Amerikalılar futbolu pek beceremez; hatta gariptir burada kızlar erkeklerden daha çok futbol ile ilgililer. Tabi top oynamaya gelen yabancılar genelde Avrupa ve İspanyol kökenli olduğundan Amerikalıların hareketleri acemice geliyor. Ancak oyunculardan biri çok kötü bir vuruş yapsa ya da beceriksizce bir hareket yapsa hemen “Nice try” vb seslenişlerle cesaret veriyorlar. Kesinlikle bir bağırış-çağırış yaşanmadı, bugüne kadar oynadığım maçlarda. Maçtan sonra da yine medeni bir şekilde herkes birbiri ile selamlaşıp gelecek hafta için sözleşiyorlardı. 

Tabi bu olaylarda kültürün etkisi olduğu kadar çevrenin, psikolojik ve ekonomik durumun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bizde genelde sahalar hem paralı hem uygunsuz hem sıkışık bir durumda. Maça gelenler günün sıkıntılarını burada çıkarmak için gerekirse göğüs göğüse savaşa bilenmiş halde maça geliyorlar. Bir de tabi yenilen taraf masrafları çekiyor. Burada sahalar zaten sebil ve çok güzel bir ortam. Yemyeşil çim ya da o kadar güzel suni çim ki bizdeki gibi betonda yürüdüğünü hemen hissettiğin halı sahalardan değil. Ayrıca ücreti filan yok, zaten saha çok oynayan yok gibi. Sahaların çevresi ağaçlık ve gökyüzünün maviliğini tam olarak yaşıyorsun. Gelenler de orta yaşlı ve işi gücü olan kimseler. Zaten Boston’da işsizlik oranı yüzde sıfır. Bir de insana saygının en üst noktada yaşandığı bir ortam; Allah korusun bizdeki gibi adamın kafasında sandalye kırmış olsan hayatın kararır, zaten etrafta sandalye ya da başka yabacı madde de yok 😆 

Spor, spor olarak görmek de çok önemli. Spor olarak sadece futbol seyretmenin yaşandığı ülkemizde, taraftar olayı  o kadar içselleştirmekte ki, karşı takım, karşı takımın seyircisi, hakem, herkesi en büyük düşmanı olarak alıyor karşısına. Bazı maddi menfaatlerin döndüğü bu ortamlarda bundan yararlanmak isteyenler de bazı manipülasyonlarla olayları kışkırtınca olay tamamen bir meydan muharebesi psikolojisine dönüşüyor. Bu psikoloji kendi basit ve zevk oyunlarına da yansıyınca karımıza malum tablolar çıkıyor, diye düşünüyorum.

Yine klasik bir bitirişle: İnşallah bizde de bol bol sahalar yapılır, insanlar eğlence ve egzersiz için buralara gelir, kardeşçe maçlarını yapar, karşılıklı saygı ve sevgi ortamında sporun güzelliklerini yaşarlar, diyelim…Reading, 05 Haziran 2016

ABD: Çevre ve Doğal Yaşam

Tabi koskoca tüm bir ülkenin tamamını gözlemlemek ve buna göre yorumlar çıkarmak zor. Ancak birkaç yerde tekrarlanan olayları bizzat yaşamak, medya üzerinden görülenler ve bazen de buranın yerlileri (kızılderililer değil)  ile sohbet sırasında edinilen bilgiler üzerine çevre ve doğal yaşama verilen önem, insanlarla nasıl iç içe yaşanması gerektiği konusunda düşünmeden edemiyor insan.

Şehir merkezleri dışındaki yaşam alanları çevre ve bunlarla iç içe olan tabiat o kadar belirgin olarak düzenlenmiş ki, hemen her “town”, sokak birbirine benziyor ve hepsi müthiş güzel, rahatlatıcı, imrendirici buralarda; bir kere yabancı ve tek başına yaşayanlar için son zamanlarda biraz artarak olsa ortaya çıkan apartmanlar haricinde evler bahçe içerisinde villa dediğimiz şekilde. Her evin bir tarafı yola bir tarafı o bölgenin doğal düzenine bakıyor. Yola bakan taraftaki bahçede ulu ağaçlar ve çim alanları, çoğu bakımlı. Genelde tüm yollarda üç farklı şerit var; araçların geçtiği asfalt yol, yolun her iki yanında ve hemen paralelinde yaya yolu, bu yaya yolunun da iki tarafında dar da olsa çim alanlar. Cadde bir başından bakıldığında, eğer mevsim baharsa, sadece ulu ağaçların uzayan dallarındaki yaprak ve çiçeklerden  oluşan renk cümbüşü içinde uzun bir kemer şeklinde  geçitler, daha yakınlaştığında daha kısa boylu çiçekli orta boy bitkiler, yanına gidince yere yakın, lale, zambak, nergis, envai çeşit çiçekler. Evlerin diğer taraflarının baktığı eyalete ait ağaçlık alanlar tamamen kendi başına vahşi fakat o oranda da doğal.

Ve bu alanlarda yaşayan ve yaşamasına izin verilen hayvanlar, hayvancıklar. Altı aylık misafirlik sürecimde gördüğüm hayvanlar: Her çeşit kuş; golden finch, robin birds, kumru, ağaçkakan, serçe, karga, şahin, her ağacın sahibi sincaplar; baharda bunların oynaşan yavruları ayrı bir renk ve hareket sembolü, yılan, yabani hindi, kaz, ördek, tavşan, tilki, çakal, bunlara ilişmeyen ve hatta destekleyen kültür ve düzen, daha da önemlisi bu hayvanların da bunu öğrenmiş olmaları ve insanlardan kaçmamaları.

İnsanların bu hayvanlara verdikleri önem, saygı sevgi konusunda bugün şahit olduğum olay beni etkiledi: Torunumla parka giderken birden ormanlık alandan bir yabani ördek fırladı, kah koşarak, kah uçarak bizden tarafa doğru geldi ve geçti. Bunu kovalayan tilki ise sanırım bizi görünce geriye tekrar ağaçlık alana doğru kaçtı. Laf arasında buranın sokaklarında yayalar çok nadir. Bir-iki dakika sonra mini minnacık ördek yavruları peyda oldu; şaşkın, korkmuş yola fırladılar. Ben biraz uzak kaldığımdan müdahale edemedim, gelen araçların bunları görmeden ezeceği endişesine kapıldım. Tam o sırada bu yavrulara en yakın olan büyük bir kamyon ve arkasındaki trafik, öndeki kamyonun durması ile birlikte durdu. Bu kamyondan bu minicik şeyleri görebilmek çok büyük bir marifet, dikkat ve beceri ister. Kamyondaki iki kişiden bir aşağı inip ördek yavrularını perdeledi ve karşıdaki ormana geçene kadar eskortluk yaptı. Bu arada arkadaki araçlar ne korna, ne yandan geçeyim uyanıklığına kapılmadı. Daha sonra anne ördek kaçtığı yerden seslenerek geri geldi ve yavrularına kavuştu.

Doğal yaşam ancak bu şekilde, saygı, sevgi ve düzen ile korunabilirdi. Aklıma Kayseri’deki bir patronun anlattıkları geldi, altındaki son model ve hızlı olan fakat yine yabancıların yaptığı bir araba ile övünmek babından, en büyük zevkinin hızla yoldaki serçelere, güvercinlere çarpmak olduğunu söylediği an geldi. Bir kere de memlekete giderken yolda bir arabanın çarptığı bir tilkiyi gören hemşehrimin arabadan inerek eşi ile birlikte tilkinin kuyruğunu kesmesi ve alması.  Bir ara çıkan haberdeki Ankara Kuğulu Parktaki kuğuların birileri tarafından kesilerek yenmesi olayı ve bu olayı ararken karşılaştığım “Antalya‘da park havuzundaki ördekler ile kuğuları çalıp mangalda meze yaparak yediler”, hatta uzaklarda yaşanan “İngiltere’de ülkedeki tüm kuğuların Kraliçe’ye ait olduğunu bilmeyen bir Türk bir kuğuyu kesip, pişirip yedi” ve buna benzer bir sürü haber, yaşanmışlıklar, hepimizin şahit olduğu.

Ne kadar farklıyız değil mi? …Reading, 3 Haziran 2016