Niye Koşuyorsunuz?

Niye koşuyorsunuz? Yıllık atletizm lisansı çıkarmak için istenen rapor almak üzere kayıtlı olduğum Aile Hekimimize başvurduğumda rapor yazacak olan doktordan gelen ilk gelen soru idi.

Ülkemizde yarışlara katılabilmek için sonunda  “ilgili sporu yapmasında sakınca yoktur”  ibaresi olan A5 boyutlu bir kağıt istenmekte. Daha pratiği ve havalısı ise bu raporla birlikte İl Atletizm Bürosuna bu rapor, nüfus kağıdı fotokopisi (kimlik numarası ile tüm bilgilere erişilebildikten sonra nerede ise tamamı ile kalkan bu kağıdı neden isterler bir sır), iki fotoğraf ve bilgisayardan indirilen müracaat formu ile, tamamen formalite ve -mış gibi yapmak üzere alınan “Atletizm Lisansı”. Bu lisansı alınca atlet oluyor insan:) Ancak bunun için gerekli en çetin iş olan sağlık raporu alabilmek ise her babayiğidin harcı değil. İlgili yönetmelik olmasına rağmen Aile Hekimlikleri tamamen kendi görüşlerine bağlı olarak bu raporu veriyorlar. Örneğin Denizli’de bir mahalledeki bir aile sağlığı merkezine başvurduğunuzda EKG’nizi çekip, buna dayanarak raporu alabilirken, Ankara’da dışarıda çektirilen EKG raporunu dahi getirseniz rapor alamayabiliyorsunuz, keyfe keder yani. Zaten EKG’den anlayan da yok, maksat -mış gibi yapmak. Neyse tanıdık bularak ya da paranıza kıyarsanız özel bir hastaneden alınan bu raporla bir yıllık lisans sahibi olabiliyorsunuz. Yarışları organize edenler de bu raporu sadece ve sadece kendilerine bir şey olmasın diye belki de yasal gereklilik istiyorlar. Onlar da -mış gibi yaparak sizin raporunuzu onaylıyor. Burada tek -mış gibi yapmayan bizim gibi bu işe neden kalkıştığı belli olmayan saf koşucular. 50-60-80-100 Km. boyuna göre koş koşabildiğin kadar. Ultra-Maraton için yine laf olsun beri gelsin kabilinden istenen malzemeleri almak nadir noktalardan biri için Kadıköy’de bir dükkana gittiğimde adam: “Abi buraya zaten normal biri düşmez” demişti.

Aile doktorumuza neden koşmak gerektiğini izah etmeye çalışırken,kendisi tüm Türk doktorlarının klasik dilinde olan “koşmayın, yürüyün” cülerden olduğunu anladım. Yine klasik soru geldi: Sizin mesleğiniz ne ki? Allahtan bu soruya daha önceden çalışmıştım, hemen yapıştırdım: Ben Sağlık Meslek Yüksek Okulunda ders veriyordum, İstanbul’un bir yerinde, bir dönemlik akademik kariyerimi şişirerek. Çünkü böyle yanıt gelmezse, örneğin devlet memurluğundan emekli vb. hemen siz ne bileceksiniz, zaten ülkede herkes her konuyu biliyor cümlesini hak ediyorsunuz demektir.

Gerçekten, okuduğum tüm İngilizce bilimsel paper denen yazılar ve haberler belirli ön şartlar sağlandıktan sonra, kalp, diz kapağı, kilo vb., koşmanın hatta HIIT (High-Intensity-Interval-Training) denen nefesi bitene kadar kısa koşularla yapılacak egzersizlerin çok faydalı olacağı yönünde. Yürüyerek, hatta bizimkilerin yaptığı şekilde kımıl zararlısı sür’atinde ve kulakta telefonla salınmanın, sağlık ve çoğunluğun hedefindeki kilo vermeye pek katkısı yok, okuyup, anladığım kadarı ile. Burada da insanlarımız kimi kandırıyor bilmiyorum ama spor yaptığını birilerine göstermek istiyor gibi, ellerindeki bir-buçuk litrelik su şişeleri ile. Bu da çok komik, genelde 10-15K koşmadan su ihtiyacım olmuyor benim, 5 dak/Km’den daha süratli koştuğum halde. Halbuki gözlemlediğim spor yapıyor-muş gibi yapan bu insanlar 3-5 km ve 15 dak/Km. süratli bir olay için bu su şişelerini neden taşırlar, bir sıkıntısı olanlar hariç, diye düşünürdüm hep.

Bu olaydan sonra anladım ki doktoru neden koşuyorsunuz diyen ve koskoca “İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Spor A.Ş. tarafından organize edilen, dünya’da iki kıta arasında koşulan tek maraton olma özelliğine sahip ve IAFF’ın altın kategorisinde yer alan Vodafone  İstanbul Maratonu’na sadece 1.200 Türk ve 1.600 yabancı olmak üzere 3.000 kişinin katıldığı  bir ortamda insanların başka bir şansı olamazdı ki!  Ankara, 28 Eylül, 2017

Önce mi Sonra mı – Before or After ?

Çeşitli kültürleri görmenin oralarda yaşamanın insanlara çok farklı katkılar sağladığı  hep söylenmektedir: Çok yaşayan mı çok gezen mi bilir; ya da buna ilave olarak çok okuyan, internette çok gezen mi bilir ilave edilir. Ancak benim bu yazıda vermek istediğim mesaj için “çok gezen, gören, yaşayan” terimi daha uygun olacak. Gördükçe karşılaştırma yapılabiliyor, karşılaştırma yapılabildikçe üzerinde düşünülebiliyor, hangisinin topluma daha faydalı olacağı, doğrusu faydalı olmuş olduğu ve bu nedenle ileri toplumlar olarak anıldıkları görülebiliyor. Çünkü görmeden, bilmeden, okumadan eleştirel düşünce katına erişilemiyor, bu da olmayınca toplum içinde yaşamak düzgün insanlar için bir ızdırap haline geliyor.

Yaklaşık kırk yıl önce ABD’de eğitim alırken edindiğim yaşam deneyimi ve gördüklerim daha sonra aynı ve farklı ülkelerde bu kırk yıl içerisinde çeşitli fırsatlarda gördüklerimle kendi ülkemde ve daha az gelişmiş kültürlerle karşılaştırıldığında bunun toplumların gelişmişlikleri ve geleceklerini nasıl etkilediği ve etkileyeceği fikrini veriyor. 

Lafı bu kadar dolaştırdıktan sonra birden deniz kenarına indirmek için örneklemeye başlamak isterim. 1980 yılında ilk defa bir evim oldu kira da olsa, ABD’de. Evi teslim aldığımda içerisi tertemiz ve bizim burada evi aldıktan sonra kendimiz için hazırladığımız düzeyde idi. Bunun nedenini iki yıl sonra evi teslim ederken anlamış oldum: Ev tesliminde istersen kendi çabanla kendinden sonra evi alacak kişiye en temiz hali ile bırakmak ya da belirli bir para bırakmak zorundasın. Bunun bedeli yine yönetim ya da ev sahibi tarafından yapılan denetleme sonrası belirleniyor. Tertemiz teslim aldığın, bulduğun evi en ufak bir çizik bile olmayacak şekilde, badanalı, demirbaşlar çalışır durumda teslim edeceksin; kendi pisliğini kendin temizleyeceksin. İkinci nokta kendinden sonra gelene yani topluma karşı saygını gösteriyorsun. Hemen geçelim bu tarafa: Ev sıfır değilse, kiracı çıkmış ise görünen manzara hepimizin bildiği; her taraf kullanım yılına göre tahrip edilmiş, taşınma izleri ve artıkları her yerde, genelde tesisatlarda hasar, arıza… Hatta birçok takıntı, kira borcu, yönetime borç, eskiden elektrik, su, gaz borcu… Kendi pisliğini başkasına temizlettirmenin verdiği zevk.

Yaşamı her alanında ve anında durum aynı. Spor salonu: ABD spor yapılıp bittikten sonra kullandığın aletleri yerlerine koyuyorsun orayı işleten tarafından konulan ıslak-kuru mendillerle tuttuğun , yattığın yerleri temizliyorsun, ışıkları varsa TV ve benzeri diğer aletleri kapatıyorsun, senden sonra kimse yoksa, kapıyı bacayı kilitleyip çıkıyorsun. Bu tarafa geçiyoruz: Kullanılan aletler ortalarda atılmış, senden sonra gelen ya da salon görevlisi kaldırsın, işi ne? Yürüme bandını terli ellerinin tuttuğu şekilde ve hatta çalışır biçimde bırak, senden sonra gelen isterse temizlesin. Camlar kapılar açık, yok yağmur girer, rüzgar çarpar sana ne, nasılsa ömrün boyunca ardını toplayan biri var. Hatta aletleri yerlere fırlat kırılsın, dökülsün nasılsa bir daha kullanmayacaksın.

Piknik yerleri, gezi alanları, su başları: Çıtlat çekirdekleri kabukları yerlere öbek öbek yığ. İçtiğin suların pet şişelerini fırlat etrafa, hatta cam şişede bir şeyler içmiş isen onları da kırarak at ki senin buralardan geçtiğin belli olsun, şanın yürüsün.  

Park ederken arabanı öylece bırak. Çizgilerin içine, engelli park için ayrılmış yerlere  ya da mekan girişlerini engelleyecek şekilde en yakın noktaya bırak ki ne kadar uyanık ve akıllı olduğun belli olsun. Nasılsa diğerleri senin kadar akıllı değil kurallara uyuyor enayiler. Önümüzde bir ilk okul var. İnsanlar(!) çocuklarını araba ile getiriyor. Ancak en sonra gelen en yakın yere park ediyor. Fizik kurallarına aykırı bu durumu nasıl çözmüş dahî insanlarımız: Bir kaç arabanın çıkışına engel olacak biçimde ikinci, üçüncü hat yaparak ya da okul giriş kapısına koyarak. Aynı olayı ABD’de okul pistinde koşarken defalarca gördüm: Bir sonra gelen kesinlikle öne geçmiyor, en son arabanın ardına park ediyor. Bu şekilde belli bir süre sonra gelenler belki bir kaç kilometre uzağa park ediyor ve yürüyor, hiç düşünmüyor, yeltenmiyor bile bir bakayım önlerde yer var mı diye.

Kimler kazanıyor bu kaos ortamından: Üçkağıtçılar, pervasızlar, saygısızlar, görgüsüzler… Düzgün insanlar çekiniyor bunlarla dalaşmaya, belki arkasında bir dayısı vardır, belki kendisi önemli ve yetkili biridir bazen de korku, kavga, yaralama hatta öldürmeler her an televizyon ve internette.

Konunun eğitim-öğretim derecesi ile de bağlantısı, bilimsel olarak ortada olmasa da gözlemlendiği kadarı ile, fazla değil. Arabalara masum amaçlarla olanları olduğu kadar kendilerini teşhir etme amacı ile de konulduğunu düşündüren üniversite, meslek belirten logolu kartlar, stickers yapıştıranların da benzer davranışları sergilediğine sıkça şahit olmaktayız; öyle ki “Eğitim Şart” repliği sadece komik kalıyor.

Image result for eğitim şart repliği

Bütün bu verilen örneklerin ve daha burada yazılmayan her an şahit olduğumuz binlercesinin ardında yatan psikolojik ve sosyolojik bozuklukları irdelemek ve çözüm önerileri sunmak değil bu yazının gayesi, sadece bir tespit, serzeniş. Yoksa çok derin konular: Bir şeylere rahata çaba harcamadan başkalarının çalışması erişmenin, borçlar ve rant sayesinde bisiklete binmeden jiplere tırmanmanın,  hatlı telefon kullanmadan son moda cep telefonlarına sarılmanın getirdiği görmemişlikler. 

Bence medeniyet ve toplum içinde yaşamanın, doğrusu gelişmiş bir toplum olabilmenin yolu kendinden sonra geleni yani toplumu öne koyabilmekten geçiyor. Kendinden sonrasını düşünmeden yaşayan toplumlar bilimde, teknolojide, insanlıkta hep geri kalmaya mahkum ve bunun örnekleri de her gün gözlerimizin önünde.  Ankara, 21 Eylül 2017

Ada Turu

Sinop, uzun zamandır gezmeyi ve belki de ileride yaşamayı düşündüğüm bir şehir. Yıllar öncesi bir kere gitmişliğim vardı. İnternet üzerinden edindiğim bilgiler ve görsellere Sinop’lu öğrencilerimin önerileri eklenince sabırsızlıkla beklediğim bir olaydı. Hele doğuya doğru uzanan yarımadada yerleşim olmadığını ve koşulabilecek uzun mesafe yollar olduğunu “google maps” üzerinden görünce bir fırsat çıkmasını bekler durumda idim. Nihayet bu fırsat elime geçti: Karabük ziyaretim sırasında Amasra üzerinden yola çıkarak hem Sinop’u görecek hem sahilden Karadeniz kıyılarını geçecek hem de ıssız görünen yarımadayı koşacaktım ( Sonradan Sinopluların buraya ADA dediklerini öğrendim.)

Nihayet Sinop’a ulaşıp bir yere hem de “Ada Turu” yapılabilecek insansız ve betonsuz en yakın noktada bavulları açtıktan sonraki gün sabah yedide yola çıktım, kaldığımız yer Karakum’dan. Daha önceden de biraz istihbarat yapmaya çalışmıştım. Fakat hayret Sinoplular burayı bilmiyor gibi. Ya hiç gitmemişler ya da araba ile gezerken bira içmek ve çekirdek yemek için bir kaç noktada eyleşmişler, kalıntılardan anlaşıldığı kadarı ile. Kimi orası onsekiz-yirmi kilometre çok uzak, kimi çok yokuş gibi kulaktan dolma bilgiler verirken bıyık altından da gülmekte oldukları kolayca anlaşılıyordu, bu yaşlı amcanın oralara çıkma fikrine.

adaNe olur ne olmaz, köpek çıkar belki diye elime de bir sopa aldım. Zaten arazide koşan cross yapanlar için en büyük sorun başıboş hatta sahipli olup sırıtarak “birşey yapmaz, korkma” diyen köpeklerle gezenler olur genelde. Sabah erken kalkmış bir İstanbullu Sinoplu’dan yolu sordum garantiye almak için. Bana eli ile bulutla kaplı tepeyi göstererek dümdüz asfaltı takip etmemi söyledi. İlk üç kilometre 500 metrelik bir irtifaya tırmandırdı yol. Turun başlangıcında daha bir kaç yazlık villa hemen kayboldu. Sağımda deniz ve deniz nerede ise doksan derece inen yamaçlar solumda kah açıklık kah ağaçlık yoldan koşmaya devam ettim. 

Tepeye çıktığımda manzara müthiş idi. Deniz göz alabildiğine uzanıyordu. ada_2Yolda ne insan, ne araç ne de köpek vardı. beşinci kilometreden sonra bir kaç ahır göründü ve tabi doğaya salınan organik süt veren inekler. Bu şekilde on kilometre kadar koştuktan sonra Sinop Batısından tekrar şehir merkezine girdim, elimde sopa ile. Sopayı atmamıştım yarın tekrar koşarsam diye. Şehir merkezine girdiğimde saat sekize geliyordu. İnsanlar mesai için yavaş yavaş sokaklara çıkıyorlardı, fakat fazla bir kalabalık yoktu. Yolun üçe ayrıldığı bir noktada durarak bir teyzeye ( benden küçük  olsa da insanlara teyze, dayı deme alışkanlığı var.) Karakum’a  giden yolu sorduğumda en soldaki yolu gösterdi ve orası çok uzak diye ekledi, terden sırılsıklam olan T-shirt ve garip kıyafetime rağmen. Tabi cevap vermedim” Teyze on kilometreden fazla koştum zaten, bundan sonrası küsurat diye, sadece sağol” deyip devam ettim. Kaldığımız yere geldiğimde bir hayali daha gerçekleştirmiş olmaktan mutlu olmuştum. Sinop 12 Eylül, 2017.

Main PAGE

sinop_ada_turu

Karadeniz Karadeniz

Uzun süredir düşündüğüm Batı-Orta Karadeniz gezisine Karabük’ten başladım. Denizle ilk kucaklaşılan nokta,  Amasra’da kahvaltı, Türkan Abla’nın yerinde. Amasra ile ilgili fazla yazmaya gerek yok: Dar sokaklar, araçlarla dolu, Eylül olmasına rağmen. Burada fazla oyalanmadan daha doğuya ve sahilden araba ile gitme planı devreye alındı. Hedef İnebolu idi. Neden olduğunu bilmiyorum. Belki internet üzerinden edinilen bilgilere göre İstiklal Madalyalı bir şehir olması, tarihi, güzellikleri…

Yol üzerinde sağa-sola bakarak yavaş bir sür’atle ilerleImage result for gideros abantrken birden müthiş bir koy ile karşılaşıyoruz: Amazonlar tarafından kurulduğu belirtilen yerleşim yerindeki 3 bin 500 yıllık geçmişe sahip Gideros Koyu diye okuyorum internetten. Hemen dik yokuşlu yoldan aşağı iniyoruz. Manzara hep benzer, bakımsızlık, ihmal. Birkaç pansiyon, café, balıkçı evleri. Buradaki teknelerden koya mazot sızıyor. İtalya’nın meşhur Amalfi’si, Portofino’su buranın doğal güzelliği ile karşılaştırılamaz bile. Ancak bilinirlik, sunum, çevre buraların ancak lokal olarak tanınmasına olanak sağlayabiliyor, gibi geldi bana.

Yazının ilerleyen bölümlerinde de yer alacağı şekilde genelde sahil yolu çok kıvrımlı, inişli çıkışlı, bazen bozuk yollar, fakat müthiş bir tabiat, şahane bir deniz manzarası. Her köşe dönüşünde “vowwww” denebilecek bir güzellikte ya deniz, ya orman, çoğunlukla da ikisi bir arada görüntülerle karşılaştık. Ancak geçtiğimiz şehirler, durduğumuz yerler insanlarımız tarafından ancak bu kadar olabilir denilebilecek derecede tarumar edilmiş. Şehir denilen apartman topluluklarının olduğu yerler sanki Kuzeyden gelecek tehlikelere karşı korunmak üzere inşa edilmiş birbirine sıkıca bağlı apartmanların olduğu taş yığınları. Dar yollarda çok sık rastlanmayan araba ile durulabilecek yerler ise buralardan geçen insanların özelliklerini yansıtacak şekilde pis ve atık dolu. Bu kadar güzel yerlerde nasıl insanlar pisliklerini bırakabiliyor, hayret edilebilecek bir durum, hiç bir hayvanın pisliğine rastlanılmazken!

çöpler

Bu ortamda İnebolu’ya ulaşıyoruz. İnternet üzerinden araştırma yaptığım ve 10/10 değerlendirme alan bir pansiyona yönleniyoruz ilk önce. Ancak, buranın eski sahibesi devretmiş başkasına. İlk girişte bu “ratinglere” nasıl güvenilmemesi gerektiğini anlıyor insan. Oradan hemen ve sürat’le uzaklaşarak nispeten daha köklü ve daha lüks bir otele giriş yapıyoruz. Sonra heyecanla İnebolu turumuza başlıyoruz. Ancak heyhat: Sahil boyu birbirine yapışık apartman silsilesi bütün hayalleri yıkıyor. Bu apartmanların ne önünde ne arkasında bir karış toprak bırakılmadığı gibi dış cephelerden boya badanadan nasibini almamış çirkinlikte. Şehir merkezi ise çok klasik bir Anadolu görüntüsü.

Sabah nihai hedef olan Sinop için tekerlek dönüyor, yine korkunç güzel deniz-orman tabiat manzaraları ve dönemeçli yollardan. Sinop gerçekten güzel ve modern bir şehir havasında.  Eylül ortası gelmiş olmasına rağmen oteller hem dolu hem de pahalı. Özellikle de buraya geliş nedenlerinden biri olan deniz manzaralı oda yok. Gündüz arkadaşımın önerdiği uygulama otelinde ise sempozyum nedeniyle iğne atsan denize düşmüyormuş. Bu arayış sırasında yolumuz daha önceden Gelişim Üniversitesindeki Sinoplu öğrencilerimden kulağımda kalan Karakum’a düşüyor. Burada Sinop Öğretmenevi tabelasını görünce kapıya yönleniyoruz. Şansımıza  bir oda varmış. Çok güzel bir manzara var öğretmenevi part oteldeki odamızdan: Çamlar arasından deniz görünüyor. Odalar çok temiz ve lüks otellerden daha kullanışlı apart odalar. Burada konaklamaya karar veriyoruz. Sonradan çok isabetli olduğunu anlıyoruz bu kararımızın: Hem şehir merkezine yakın, yürüme mesafesi 3K, hem de ada tarafına yakın ve gayet sakin. Yerleştikten sonra plajda soluğumuzu alıp biraz yüzüyoruz, zaten akşam yakın. 

Sabah saat yedi olmadan kalkıyorum, deniz ve çam havasının verdiği hafiflik ile. Daha önceden yaptığım keşif kapsamında “Ada Turuna” çıkıyorum. Ada dedikleri Karakum’dan başlayıp tur atarak şehrin merkezine aksi istikametten erişen yarımada turu. Önceden soruyorum mesafe, manzara, köpek vb. hayvanlara rastlama olasılığı. Oooo çok uzun mesafe 18 Km ve hep yokuş diyor gençler, gülüyorum. Karakum Öğretmenevi’nden yola çıkar çıkmaz üç kilometrelik bir tırmanışla 500 metre irtifaya çıkıyorum. Yolun sağ tarafı deniz ve yoldan iniş de bir o kadar dik. Daha sonra düze çıktığımda manzaranın güzelliği karşısında dilim tutulacak kadar etkileniyorum. Deniz ve ormanla kucaklaşarak yaptığım koşu on kilometre sonrasında tekrar Sinop merkeze ters istikametten giriyorum.

Günün erken saatlerinde insanlar henüz uyanamamış olduğundan fazla dikkat çekmeden aralardan tekrar kaldığımız yere varıyorum, üç kilometre daha gittikten sonra. Sanırım Sinop’lular dahil bu ada turunu “koşarak” yapan başkası yok. Çünkü yürüyüş parkurunda salına salına gezenlerden başkasına rastlanmıyor. Ancak araba ve motosikletle gelinmiş manzaraya hakim noktalara. Bunu nereden anlıyoruz: Atılan sigara izmaritleri, bira şişeleri, çekirdek kabukları ve bolca pet şişelerinden. Bu kadar güzel bir manzara ve temiz havaya karşı nasıl sigara içilir, çekirdek çitlenip etraf kirletilir? Nasıl bir kültür; kendinden sonrasını hiç düşünmemek, en güzel bir manzara karşısında sigara ve çekirdek düşünmek.

Ertesi günü yolda tabelasını gördüğümüz Erfelek Tatlıca Şelalelerine gitmeye karar veriyoruz. Kapıdan girerken 28 adet şelale olduğunu öğreniyoruz. Gerçekten içerilere gittikçe tabiat harikası başka bir olayla karşılaşıyoruz, üst üste şelaleler, çık çıkabildiğin kadar.  Belirli bir noktaya kadar yaya yolu inşa edilmiş, ancak beşinci şelaleden sonra artık halatlara tutunarak ya da çıkıntılı kayaların oluşturduğu  basamaklardan daha yukarılara yönleniyorum. Ancak fazla gelen olmadığını gördükten  ve tırmanış iyice bir zorlu hale geldikten sonra işin zorluğunu anlıyorum. Daha sonra Erfelek sakinlerinde öğrendiğime göre her yıl bir kaç kişi düşüp yaralanıyormuş. Bunları duyunca gereksiz bir risk alıp tek başıma yukarılara çıktığım için kendime kızıyorum. En ufak bir yaralanma olsa koşu yaşamım riske girecek.

Sinop’ta üçüncü gün ve Hamsilos, Türkiyenin en kuzey noktası ve tek fiyordunun yer aldığı bir coğrafya. O kadar güzel bir deniz ve tabiat yine aynı yorumlar olmasında rağmen tekrarlamaktan kendimi alamadığım. Ancak hemen akabinde yine çekirdek kabukları, sigara izmaritlerini görünce tekrar üzüldüğümüz anlar.

Sinop’tan geri dönüş için yola çıkıp tatil beldesi diye duyduğumuz Abana’ya yollanıyoruz, yüzelli kilometre yol… Otele yerleştikten sonra hemen gittiğim Karadeniz özelliğini gösteriyor: Dalgalı,  kıyıdan bir kaç metre metre sonra da hemen derinleşiyor. Burada biraz yüzüp otelin havuzunda da bir tur atıp akşam yemeği için sakin bir yer bulmak için Abana sokaklarına çıkıyoruz. Hacıveli denilen bir noktada tarihi evler görünce durduk ve deniz kenarındaki lokal bir “café” de taze balık sipariş veriyoruz.

Gezinin son günü her gittiğim yerde olduğu gibi koşarak şehri dolaşmaya çıkıyorum ve yine korkunç bir gerçekle karşılaşıyorum: Otelden çıktıktan yaklaşık bir kilometre sonra sahilden koşarken önümü kesen dere, kesif bir lağım kokusu. Orada balık turan bir kişi Abana ve Bozkurt ilçelerinin lağımları buraya akıyor diyor. Az ötede inşa edilen arıtma tesisisin arıtma yapmadığını ve buna herkesin göz yumduğunu anlatıyor kızarak. Bölgenin tatil incisi ve hemen yakınında lüks otel ve yazlıklarla dolu denizine lağım denizi karışıyormuş yıllardan beri, hem de göstermelik olarak yapılan arıtma(ma) tesisine rağmen. Zaten geçmişin güzel hatıraları ile dolu evleri yıkarak apartmana dönüştüren müteahhit canavarına karşı gardı düşmüş sokaklar bu lağımlı deniz ile birleşerek buraları mahvetmek için el ele vermiş gibi. Ne hazin, burası da bitmiş!S3

Ancak hikayeyi zorla tatlıya bağlamak için koşumun ikinci etabından bahsetmek isterim: İlişi denen mevki yakınında Abana arkası dağ tarafına çıkan bir yola girdim. Yol denizden uzaklaşacak şekilde yükseliyor. Yaklaşık bir yüz elli metre irtifaya eriştiğimde ortaya çıkan manzara harika idi. Genelde insanımız buralara tırmanma zahmetine katlanamadığından ve mevcut bir kaç villa ev sakinleri kendi bahçeleri sayılacak bu araziyi henüz kirletmemiş ve apartman sevdasına doğa düşmanı müteahhitlere kaptırmamış olduklarından doğallığını kaybetmemiş idi, henüz.

Karadeniz macerasının özeti: Müthiş bir doğa, orman, deniz, kıvrılan yollar, zevksiz, bahçesiz beton bloklar, çekirdek kabukları, sigara izmaritleri, pet şişeler olarak aklımda kaldı. Eylül, 2017

Main PAGE