Uzun süredir düşündüğüm Batı-Orta Karadeniz gezisine Karabük’ten başladım. Denizle ilk kucaklaşılan nokta, Amasra’da kahvaltı, Türkan Abla’nın yerinde. Amasra ile ilgili fazla yazmaya gerek yok: Dar sokaklar, araçlarla dolu, Eylül olmasına rağmen. Burada fazla oyalanmadan daha doğuya ve sahilden araba ile gitme planı devreye alındı. Hedef İnebolu idi. Neden olduğunu bilmiyorum. Belki internet üzerinden edinilen bilgilere göre İstiklal Madalyalı bir şehir olması, tarihi, güzellikleri…
Yol üzerinde sağa-sola bakarak yavaş bir sür’atle ilerlerken birden müthiş bir koy ile karşılaşıyoruz: Amazonlar tarafından kurulduğu belirtilen yerleşim yerindeki 3 bin 500 yıllık geçmişe sahip Gideros Koyu diye okuyorum internetten. Hemen dik yokuşlu yoldan aşağı iniyoruz. Manzara hep benzer, bakımsızlık, ihmal. Birkaç pansiyon, café, balıkçı evleri. Buradaki teknelerden koya mazot sızıyor. İtalya’nın meşhur Amalfi’si, Portofino’su buranın doğal güzelliği ile karşılaştırılamaz bile. Ancak bilinirlik, sunum, çevre buraların ancak lokal olarak tanınmasına olanak sağlayabiliyor, gibi geldi bana.
Yazının ilerleyen bölümlerinde de yer alacağı şekilde genelde sahil yolu çok kıvrımlı, inişli çıkışlı, bazen bozuk yollar, fakat müthiş bir tabiat, şahane bir deniz manzarası. Her köşe dönüşünde “vowwww” denebilecek bir güzellikte ya deniz, ya orman, çoğunlukla da ikisi bir arada görüntülerle karşılaştık. Ancak geçtiğimiz şehirler, durduğumuz yerler insanlarımız tarafından ancak bu kadar olabilir denilebilecek derecede tarumar edilmiş. Şehir denilen apartman topluluklarının olduğu yerler sanki Kuzeyden gelecek tehlikelere karşı korunmak üzere inşa edilmiş birbirine sıkıca bağlı apartmanların olduğu taş yığınları. Dar yollarda çok sık rastlanmayan araba ile durulabilecek yerler ise buralardan geçen insanların özelliklerini yansıtacak şekilde pis ve atık dolu. Bu kadar güzel yerlerde nasıl insanlar pisliklerini bırakabiliyor, hayret edilebilecek bir durum, hiç bir hayvanın pisliğine rastlanılmazken!
Bu ortamda İnebolu’ya ulaşıyoruz. İnternet üzerinden araştırma yaptığım ve 10/10 değerlendirme alan bir pansiyona yönleniyoruz ilk önce. Ancak, buranın eski sahibesi devretmiş başkasına. İlk girişte bu “ratinglere” nasıl güvenilmemesi gerektiğini anlıyor insan. Oradan hemen ve sürat’le uzaklaşarak nispeten daha köklü ve daha lüks bir otele giriş yapıyoruz. Sonra heyecanla İnebolu turumuza başlıyoruz. Ancak heyhat: Sahil boyu birbirine yapışık apartman silsilesi bütün hayalleri yıkıyor. Bu apartmanların ne önünde ne arkasında bir karış toprak bırakılmadığı gibi dış cephelerden boya badanadan nasibini almamış çirkinlikte. Şehir merkezi ise çok klasik bir Anadolu görüntüsü.
Sabah nihai hedef olan Sinop için tekerlek dönüyor, yine korkunç güzel deniz-orman tabiat manzaraları ve dönemeçli yollardan. Sinop gerçekten güzel ve modern bir şehir havasında. Eylül ortası gelmiş olmasına rağmen oteller hem dolu hem de pahalı. Özellikle de buraya geliş nedenlerinden biri olan deniz manzaralı oda yok. Gündüz arkadaşımın önerdiği uygulama otelinde ise sempozyum nedeniyle iğne atsan denize düşmüyormuş. Bu arayış sırasında yolumuz daha önceden Gelişim Üniversitesindeki Sinoplu öğrencilerimden kulağımda kalan Karakum’a düşüyor. Burada Sinop Öğretmenevi tabelasını görünce kapıya yönleniyoruz. Şansımıza bir oda varmış. Çok güzel bir manzara var öğretmenevi part oteldeki odamızdan: Çamlar arasından deniz görünüyor. Odalar çok temiz ve lüks otellerden daha kullanışlı apart odalar. Burada konaklamaya karar veriyoruz. Sonradan çok isabetli olduğunu anlıyoruz bu kararımızın: Hem şehir merkezine yakın, yürüme mesafesi 3K, hem de ada tarafına yakın ve gayet sakin. Yerleştikten sonra plajda soluğumuzu alıp biraz yüzüyoruz, zaten akşam yakın.
Sabah saat yedi olmadan kalkıyorum, deniz ve çam havasının verdiği hafiflik ile. Daha önceden yaptığım keşif kapsamında “Ada Turuna” çıkıyorum. Ada dedikleri Karakum’dan başlayıp tur atarak şehrin merkezine aksi istikametten erişen yarımada turu. Önceden soruyorum mesafe, manzara, köpek vb. hayvanlara rastlama olasılığı. Oooo çok uzun mesafe 18 Km ve hep yokuş diyor gençler, gülüyorum. Karakum Öğretmenevi’nden yola çıkar çıkmaz üç kilometrelik bir tırmanışla 500 metre irtifaya çıkıyorum. Yolun sağ tarafı deniz ve yoldan iniş de bir o kadar dik. Daha sonra düze çıktığımda manzaranın güzelliği karşısında dilim tutulacak kadar etkileniyorum. Deniz ve ormanla kucaklaşarak yaptığım koşu on kilometre sonrasında tekrar Sinop merkeze ters istikametten giriyorum.
Günün erken saatlerinde insanlar henüz uyanamamış olduğundan fazla dikkat çekmeden aralardan tekrar kaldığımız yere varıyorum, üç kilometre daha gittikten sonra. Sanırım Sinop’lular dahil bu ada turunu “koşarak” yapan başkası yok. Çünkü yürüyüş parkurunda salına salına gezenlerden başkasına rastlanmıyor. Ancak araba ve motosikletle gelinmiş manzaraya hakim noktalara. Bunu nereden anlıyoruz: Atılan sigara izmaritleri, bira şişeleri, çekirdek kabukları ve bolca pet şişelerinden. Bu kadar güzel bir manzara ve temiz havaya karşı nasıl sigara içilir, çekirdek çitlenip etraf kirletilir? Nasıl bir kültür; kendinden sonrasını hiç düşünmemek, en güzel bir manzara karşısında sigara ve çekirdek düşünmek.
Ertesi günü yolda tabelasını gördüğümüz Erfelek Tatlıca Şelalelerine gitmeye karar veriyoruz. Kapıdan girerken 28 adet şelale olduğunu öğreniyoruz. Gerçekten içerilere gittikçe tabiat harikası başka bir olayla karşılaşıyoruz, üst üste şelaleler, çık çıkabildiğin kadar. Belirli bir noktaya kadar yaya yolu inşa edilmiş, ancak beşinci şelaleden sonra artık halatlara tutunarak ya da çıkıntılı kayaların oluşturduğu basamaklardan daha yukarılara yönleniyorum. Ancak fazla gelen olmadığını gördükten ve tırmanış iyice bir zorlu hale geldikten sonra işin zorluğunu anlıyorum. Daha sonra Erfelek sakinlerinde öğrendiğime göre her yıl bir kaç kişi düşüp yaralanıyormuş. Bunları duyunca gereksiz bir risk alıp tek başıma yukarılara çıktığım için kendime kızıyorum. En ufak bir yaralanma olsa koşu yaşamım riske girecek.
Sinop’ta üçüncü gün ve Hamsilos, Türkiyenin en kuzey noktası ve tek fiyordunun yer aldığı bir coğrafya. O kadar güzel bir deniz ve tabiat yine aynı yorumlar olmasında rağmen tekrarlamaktan kendimi alamadığım. Ancak hemen akabinde yine çekirdek kabukları, sigara izmaritlerini görünce tekrar üzüldüğümüz anlar.
Sinop’tan geri dönüş için yola çıkıp tatil beldesi diye duyduğumuz Abana’ya yollanıyoruz, yüzelli kilometre yol… Otele yerleştikten sonra hemen gittiğim Karadeniz özelliğini gösteriyor: Dalgalı, kıyıdan bir kaç metre metre sonra da hemen derinleşiyor. Burada biraz yüzüp otelin havuzunda da bir tur atıp akşam yemeği için sakin bir yer bulmak için Abana sokaklarına çıkıyoruz. Hacıveli denilen bir noktada tarihi evler görünce durduk ve deniz kenarındaki lokal bir “café” de taze balık sipariş veriyoruz.
Gezinin son günü her gittiğim yerde olduğu gibi koşarak şehri dolaşmaya çıkıyorum ve yine korkunç bir gerçekle karşılaşıyorum: Otelden çıktıktan yaklaşık bir kilometre sonra sahilden koşarken önümü kesen dere, kesif bir lağım kokusu. Orada balık turan bir kişi Abana ve Bozkurt ilçelerinin lağımları buraya akıyor diyor. Az ötede inşa edilen arıtma tesisisin arıtma yapmadığını ve buna herkesin göz yumduğunu anlatıyor kızarak. Bölgenin tatil incisi ve hemen yakınında lüks otel ve yazlıklarla dolu denizine lağım denizi karışıyormuş yıllardan beri, hem de göstermelik olarak yapılan arıtma(ma) tesisine rağmen. Zaten geçmişin güzel hatıraları ile dolu evleri yıkarak apartmana dönüştüren müteahhit canavarına karşı gardı düşmüş sokaklar bu lağımlı deniz ile birleşerek buraları mahvetmek için el ele vermiş gibi. Ne hazin, burası da bitmiş!
Ancak hikayeyi zorla tatlıya bağlamak için koşumun ikinci etabından bahsetmek isterim: İlişi denen mevki yakınında Abana arkası dağ tarafına çıkan bir yola girdim. Yol denizden uzaklaşacak şekilde yükseliyor. Yaklaşık bir yüz elli metre irtifaya eriştiğimde ortaya çıkan manzara harika idi. Genelde insanımız buralara tırmanma zahmetine katlanamadığından ve mevcut bir kaç villa ev sakinleri kendi bahçeleri sayılacak bu araziyi henüz kirletmemiş ve apartman sevdasına doğa düşmanı müteahhitlere kaptırmamış olduklarından doğallığını kaybetmemiş idi, henüz.
Karadeniz macerasının özeti: Müthiş bir doğa, orman, deniz, kıvrılan yollar, zevksiz, bahçesiz beton bloklar, çekirdek kabukları, sigara izmaritleri, pet şişeler olarak aklımda kaldı. Eylül, 2017