Bizim çocukluğumuzda televizyon değil radyo bile yoktu, sonradan geldi. Aslında evimizde elektrik, su bile yoktu. Doğal gaz var mıydı diye kimse sormaz umarım. Gaz lambası denilen bir mumluk aydınlatma cihazı ve sonradan eve giren ve sadece önemli anlarda yakılan lüks ise gerçekten lüks bir aydınlatma cihazı idi. Lüksün ışık veren gömlekleri pahalı idi. Bir parmak şeklindeki gömleğin kağıt paketinden çıkarılıp yerine takılması ve ipinin sıkılması hala aklımda.
Su ise, her mahallede bir tane olmak üzere musluktan akan parmak kalınlığındaki suyun çeşitli kaplara doldurulup eve taşınması ile temin edilirdi. Bu tek musluktan akan ve yaklaşık 50-60 haneye hizmet eden kutsal yapıda çoğu zaman su yerine tısss sesi duyulurdu. En çok kavga bu kutsal yapıda ki su doldurma kuyruklarında ve çevresinde olurdu. Geceleri hortum takıp bahçe sulamak gerçekten cesaret ve sabır işi idi.
Buna rağmen, ısınma konusunda Karabük en ilerideki şehirlerden biri idi, Sait Faik hikayelerinde tasvir edilen İstanbul ve belki de Ankara dışında. Şehir İngilizler tarafından 1937 yılında kurulan fabrika için inşa edilen Yenişehir bölgesi toplu ısınmada hala bugün bile Türkiye’dahilinde olmayan bir sisteme sahip idi. Ancak Yenişehir lojmanlarında oturma puanına sahip olamamış bizim gibi aileler için sobalarda yakılmak üzere kok kömürü dağıtılırdı ki, bu bile Türkiye şartlarında lüks bir yakıt durumunda idi. Diğer şehir ve köylerde odun yakılırdı sanırım. Evlerde ısı izolasyonu diye bir konu gözetilmediğinden sadece yandığı sırada sobanın çeperinde konveksiyon yolu ile yayılan ısı odada sadece geçici bir süre ışınım yoluyla insanların sobaya bakan taraflarını yakar, arkaları buz tutardı. Bu nedenle de Türkiye’de orman diye bir varlık kalmamıştı. Bu konuda Refik Halit Karay “Memleket Hikayeleri” kitabındaki “Yatır” hikayesindeki İlistir Nuri’nin kiraladığı hamamda yakmak için evliya yatırı bulunan Maslak’taki ormanı hiç edişinin acısı çocukluğumdan beri içimdedir.
Yine Yenişehirde her sokak asfaltlı iken, bizim adı Yenimahalle olan kısımda yağmur yağdığında çamurların dize kadar ulaştığı yollardan geçerek eve ulaşılabilirdi. Bir de geçtiğimiz yolda mevcut haddehanelerin çektikten sonra yollara soğumak için bıraktıkları uzun çubuk demirlerinin kıpkırmızı halinde üstlerinden atlayarak geçtiğimiz anılar aklımda. Birkaç kişinin ayakkabı ve ayağı hafif kazalar atlatmıştı.
Bugün herkesin sahip olmayı normal karşıladığı fakat o günlerde bulunmayan şeyleri sıralamaya devam edecek olsaydım, ne bu site ne de İnternet sayfasında bana ayrılan bellek kapasitesi yeterli olurdu.
İşte bu ahval ve şerait içinde iken iken üç çocuğunu da en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan babam, İstanbul’da geçirmiş olduğu uzun yıllar ve kültür nedeni ile mi, yoksa entelektüel yapısı nedeni ile mi bilmem, çok gazete okur ve buradan öğrendiği hikayeleri bize o kadar güzel bir şekilde, tekrar tekrar da olsa aktarırdı ki, bunlar hem bize ders vererek hem eğlendirerek hatıralarımızda yer ederdi. Bunlardan bir çoğu halen aklımda, ancak bu sefer bir tanesini nakledeceğim: Eskiden büyükler yaşlanınca genelde oğlunun evinde kalırlardı, ölene değin. Birden fazla oğlu varsa sıraya göre ya da merhamet derecesine göre kalınırdı. Böyle bir baba varmış, oğlunun evinde yaşamak durumunda kalmış. Fakat gelini onu istemiyormuş. Uzun tartışmalar ve sızlanmalar sonrası, oğlu onu ormana odun bahanesi ile götürüp orada bırakmak istemiş. Issız ve uzak bir köşeye bırakıp, birazdan döneceğini söylemiş. Tam arkasını dönüp giderken babası oğluna: “Oğul ben babamı biraz daha ileride bırakmıştım” demiş. Tabi babam bu kadar yavan anlatmazdı. Bu hikaye belki yarım saat sürerdi ve sonunda biz ağzımız açık baka kalırdık.
Ben çocukluğumdan itibaren fazla konuşkan değildim. Bilemiyorum, gereksiz kelimeleri kullanmak, gereksiz konuları anlatmak gereksiz gelirdi. Fakat genelde gerekli olanları da anlatmazdım. Babam ağzımdan laf alabilmek için peşimden dolanırdı zavallı. İyi de okurdum, ancak babam ortaokulda iftihar (şimdiki takdir) listesine girdiğimi hatta okul birincisi olduğumu sonradan toplantıda hocalardan öğrenirdi. Yine ABD master sınav kazandığımda ağzımdan laf alabilmek için peşimden epey dolandığını bir “Evet” yanıtı alabilmek için onlarca cümle kullandığını ve fakat hiç kızmadan sabırla beklediğini ve bunu sonradan defalarca naklettiğini unutamıyorum. En çok merak ve arzu ettiği Deniz Harp Akademisini kazandığımı da çok sonradan anlattım, kısaca. Halbuki o ise bunları ballandıra ballandıra anlatmayı çok severdi. Benden alabildiği birkaç yap-boz parçasından, imadan, tabloyu oluşturabilirdi ancak.
Şimdi bu yaşlara erişince, ne kadar bencillik yaptığımı, sırf kendi karakterimi zorlayıp biraz bilgi vermiş olsaydım, çok daha mutlu ve üzerine katarak aktarabileceği hikayeler oluşturabileceğini düşünüyorum ve yaptıklarım daha doğrusu yapmadıklarım için üzülüyorum. Gençlik yıllarında her şeyi çok bildiğimi zannederek yaptığım hatalar ve kırdığım potlar için pişmanlığın fayda etmediğini gördükçe arada dalıyorum. Bazen çocuklarımda da benzer emareleri gördüğümde genlerimize kızıyor ve yukarıdaki hikayede aktarılan baba-oğul hikayesinin kaç kez bu ya da benzer şekilde tekrarlandığını, tekrarlanacağını düşünerek üzülüyorum. Reading, 21 Haziran 2015
“Babanın faziletleri, çocukların servetidir” Anatole France
“Bir babanın çocukların yapabileceği en büyük iyilik onların annelerini sevmektir” THesburgh
Hepimiz babalarımıza çok şey borçluyuz, en azından hayata gelmemizi. Artık “keşke babam sağ olsaydı da danışsaydım!” deme çağındayız….
Hayatta olan babalarımıza sağlık kaybettiklerimize rahmet diliyorum. Biz babaları da sevgi ile kucaklıyorum.
Harika bir yazı… Ben de babamla hiç konuşmadan bir ömür geçirdikten sonra, 45 yaşımdan sonra sohbet etmeye başladık. Şimdi o 82 yaşlarında ben 60.. Fakat şimdi de kulakları iyice ağır işitiyor…!
Bize neler çektirdiğini geç te olsa anlamışsın.Bugün yaptığın ve yapmakta olduklarının itirafını ise görecek ömrümüz olmayacak ne yazık ki.Seni seven kardeşin…