Yitik Yaşamlar…part I

Ondört yaşında hele küçük bir Anadolu kentinin, eskinin her şeyden mahrum bir bölgesinde, ortaokulu bitirmişsin. Birden kendini, ülkenin en büyük kentinde ve o zamanlar için en büyük güç olarak etkinliğini hissettiren bir gruba ait bir kurumda buluyorsun.  Daha önce aynı ortamın daha ilkelinde yetişmiş ve sonrasında birazdan hikayenin devamındaki diğer yaşam evrelerinden geçmiş, bu nedenle psikolojisi bozulmuş; fakat buna rağmen daha da bozuk nesiller yetiştirmek amacıyla buralara gönderilmiş aslında destek olma görevi olan fakat bunu kendi tedavisi için kullanan, o zamanki yaş itibarı ile çok büyük despotların elinde teslim edilmişsin.

Yaşam aslında bazı evrelere bölünmüş çok basit ve rastgele, şansa bağlı bir döngü; bugünkü genetik ve teknolojik düzeye göre. Bu evreler: Çocukluk, okul yılları, çalışma dönemi ve emeklilik. şeklinde sıralanabiliyor; çok farklı alt sınıflama ve ayrıntılarla. Bu evrelerin her biri, her ülkede her insan için farklı bir şekilde daha da alt evrelerden ve olaylardan oluşuyor. Evre, alt evre ve bunların içini dolduran olaylar, gelişmiş ve sistemi oturmuş ülkelerde daha birbirine benzer ve öngörülere, beklentilere yakın bir şekilde yaşanırken; gelişmişlik derecesi düştükçe olasılıklar artmakta, öngörüler ve planlar, eğer varsa, daha az düzeyde gerçekleşmekte.  Bir alt evreden diğerine geçişte çok çeşitli seçenek, olasılık söz konusu; buna göre ilk evreden son evreye gidene değin yüzlerce kombinasyon. Okul evresi ilk basamak. Bu bölüm yaşamın en taze, en heyecanlı, en çok öğrenilen ve zevk alınanı olması gerekiyor. Sonra çalışma yaşamı; burada da okul evresine bağlı olmak üzere daha değişik temel olaylar, acılar, sevinçler, kazanımlar yer alıyor. Son evrede ilk evrelerden elinde kalanlarla avunduğun ve vakit geçirdiğin dönemi oluşturuyor. Bu evrelerin bazısında fazla bazısında görece daha az yararlanılabiliyor. Fakat her üç evrende de en alt olmasa da ortanın altı değerler sunan bir ortama geri dönüşü zor bir şekilde girmek, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, maalesef biraz şanssızlık olarak addedilebilir, bazıları için.

İkinci Evre Ortaları: Lise-Yüksekokul
Sevincini ve gururunu daha çok büyüklerin sahiplendiği Deniz Lisesini ya da diğer bir askeri okulu kazanmış olmak bu yolun başlangıcını oluşturuyor. Maddi ve manevi olarak bazı avantajlar varmış gibi görünen bu olayda aslında çok önemli kayıplar söz konusu. Yaşamın en güzel evresi tam bir baskı ve insan doğasına aykırı bu yerde harcanıyor. Meşhur Alcatraz Adası benzeri bir yerde taş binaların arasına güya yetiştirilmek üzere kapatılıyorsun. İnsan beyninin düşünme, sanat, yaratıcılık, sosyalleşme ile ilgili tüm sinopsis bağlantısının oluştuğu bu evrede ve bu yerde düşünmek yasak; zaten düşünülmesin diye günlük program, adına da eğitim demişler, o kadar tıkıştırılmış ki; sabah altı akşam on bazen oniki. Sosyalleşme, insan ilişkisi sıfır; her kes erkek, gençlik doğasına aykırı, hocalar bile. Taş duvarlar arasında zaten 15-20 kişi bir arada yatıyorsun; dünyanın en güzel adasında, coğrafyasında, manzarasında; fakat adaya çıkıp yürümek yasak olduğu bir düzende. Sanat, müzik zaten komik kelimeler. O zamanlar çıkan el radyoları görüldüğü yerde imha ediliyor. Melbusat denilen devlet tarafından verilen giysiler en kötüsünden. Bunların haricinde bir mendil bile sokmak yasak (Şimdilerde resmi olarak kapıdan çıkaramıyorlar her nedense, korku olabilir).  Sıcak su sadece hafta sonları belirli saatlerde akıyor ortak duşlarda; fakat elbiselerin ve çamaşırlarının bembeyaz olması bekleniyor. İstanbul’da ailesi olanlar yine o zaman için Cumartesileri öğleden sonra- Pazar akşamı arası izinlerinde bu işi halledebiliyorlar; ancak ailesi yakında olmayanlar her ne kadar çamaşırhane denilen yerlere gönderebilse bile, bazı parçaları kendileri yıkamak ve ütülemek zorunda kalıyor; üstelik o zamanların ketenden yapılmış ve ütü tutmayan kumaşlarını.

Sosyal yaşam yok demiştim: Kantin yok, o zamanlar TV yok ya da son zamanlarda gelmiş, spor mecburi olarak yaptırılıyor; fakat kimsenin hangi spora yatkın olduğuna bakılmadan sadece adet yerini bulsun, tüm ülke kültürü gibi “…mış gibi yapmak”. Üstlere, etrafa spor yapılıyor denilmek için. Spor hocası sadece basketbol ile ilgili, diğerleri üçüncü sınıftaki daha çocuk sayılabilecek onaltı yaşlarındaki uzman 😀  antrenörlerin elinde yetişiyor. Spordan sonra duş alma imkanı yok; o ter ve yorgunlukla “etüt” için beton zemin ve demir masalardan ibaret sınıflara kokulu kokulu tıkıştırılıyor. Bu nedenle de doğuştan yetenekli ve uygun bir kaç kişinin kendi çabası dışında mevcut üç tane askeri okul arasında bile sportif bir başarı yok. 

Müzik saati zaten göstermelik bir saat her yerde olduğu gibi. Bunun dışında zaman, enstrüman, teşvik, bunun için bir organizasyon düşünülmemiş; zaten bu ortamda da ne müzik yapılır ya. Karabük gibi bir yerde bir işçi çocuğu olarak keman çalmaya başlamış olmama rağmen, Türkiye’nin en büyük kentinde, en medeni denilen bir kurumda bu olay devam edemiyor.

Dersler tam bir felaket. Öğretmenler o dönemin şiddet ortamına uygun fakat daha üst perdeden hareket edebiliyorlar. Maksat bir şey öğretmek değil zaten. Dayak serbest. İsteyen öğretmen ve sınıf subayı diye görevlendirilenler istediklerine dayak atabiliyor, eğitim aşkına. Derslere nefretle giriliyor. Hocalara isimler zaten takılmış. Klasik lise müfredatına eklenmiş özel dersler yükü daha da ağırlaştırıyor. Bitmedi bir de askerlik diye piyade eğitimi verilmeye çalışılıyor arada. Daha da bitmedi: Yıllık eğitim süresi bir ay uzatılıyor; neymiş daha iyi eğitim olacak. Halbuki yalan; o sırada başta olan kendini göstermek için hiçbir bilimsel ve insani dayanağı olmayan böyle bir uygulamayı yine o zaman ki ortam gereği MEB’na  ve üst makamlara kabul ettirebiliyor. Bu şekilde hiç yaz tatili kalmıyor; tatil olursa zararlı alışkanlıklar edinilebilir, ondört-onaltı yaşındaki gençler gevşeyebilir. 

Şimdi en kötüsü geliyor: Sınıf Subayı olarak atanan ve esas görevi rehberlik, çocukları yetiştirmek, yönlendirmek, mesleği sevdirmek, vatanı sevdirmek olan kişi ruh hastası. Adını bile burada anmaktan imtina ettiğim kişi iki yıl tüm psikopatlığını, kontrolsüz ve kayıtsız şartsız kendisine teslim edilen 150’ye yakın çocuğa işkence yapıyor; dayak, kötü söz, izinsiz bırakma, gece yarılarına kadar ayakta tutarak kendi sorunlarını dinletme. Akla gelebilecek her türlü fiziki ve psikolojik işkence. Bu arada tabi hali vakti yerinde olan, aklı başında, vizyon sahibi olanlar hemen ayrılıyor: Geriye eli mecbur, maddi olarak, anne-baba baskısı, o zamanki anarşi ortamından çekinenler ve gelecekte iyi bir meslek edineceğini zanneden, üniforma etkisinde olanlar ya da hiç bir şey düşünmeyenler bu ortamda kalıyorlar. Bu kişi de iki yıl hiç bir ikaz almadan, üstlerinin bilgisi dahilinde işkenceye devam ediyor, her gün icat ettiği yeni yöntemlerle.

Sonuç:Edebiyat Hocası sayesinde edebiyattan nefret eden, 21.nci YY en önemli konusu haline gelen genetik kökeni biyolojiden yine hocası nedeniyle sadece “at kestaneleri ve triyponosoma gambiensa” kelimeleri kalan; bunlar da gırgır olsun diye oksa bilimsel olarak bir bilgi yok, kimya hocası ve kimya deyince pasaklı ve dayakçı biri akılda kalan, spor deyince demir dolaplar ve ter kokuları sinen bir çocukluktan-gençliğe geçiş olgusu. Bu dönemde bozulan psikolojik dengeler 60 yaşına kadar bile yerine gelemiyor; bu konunun üçüncü evrede ortaya çıkan semptomların temeli olduğunu düşündürüyor.

Bu şartlarda psikolojisi, kimyası ve fiziği istenen kıvama getirilen gençler, büyük bir tantana, tören ve gazla yüksek kısma geçiyor. Bu arada zengini, uyanığı ayrılıp üniversiteye gidiyor. Bu dönemde üniversite ortamı terör ve anarşi nedeniyle hayli tehlikeli olduğundan bu okulların belki bu açıdan ve tabi ki ekonomik olarak avantajlı olduğunu belirtmek lazım.

Yüksek okul, üniversite seviyesinde değil. Zaten daha sonra kurumsal güç kaybı ile birlikte hiç bir kılıfa uydurulamadığından öyle arada bir derece alınan bir yer. Dersler karmakarışık, tam bir türlü. Hem denizci, hem mühendis, hem asker, hem politikacı, hem ekonomist hem makineci yetiştirilsin diye her türlü dersin tıkıştırıldığı bir program. Hocalar da genelde yine bu okulu bitirmiş fakat daha sonra ABD’de lisans-yüksek lisans eğitimi görmüş kişiler; yani yine aynı kısır döngü içinde kalınmış. O zamanlar nadiren dışarıdan birileri ders vermeye geliyor. Burada da dayak serbest; ilave olarak çok büyük suç işleyenlere (örneği yasak yerde sigara içenler) oda hapsi cezası bile var. Ancak, hem biraz daha yaşça olgunluğa erişildiğinden ve lisedeki baskıdan biraz daha azına maruz kalındığından ve de mezun olmaya az kala bu baskılardan tamamen kurtulmak ümidiyle biraz daha çekilebilir bir ortam.

Bu dönemin finali de başlangıcı gibi; eğitim yapıyormuş maksadıyla konulan SAVARONA ile yurt dışı gezisi, yine gemideki görevliler ve bunları gönderenlerin, o zamanlar karaborsa olan içki, parfüm, kot hatta oyuncak ithal organizasyonuna dönüşmüş gibi. Gemiye yüklenen malların fotoğrafını çektim diye elimden makine alınmış, içindeki filmler imha edilmişti. Bendeki de çocukluk işte, vatan kurtaracağız ya. Eğitim kısmını pek hatırlamıyorum, ancak Avrupa ülkelerini bu genç yaşta görmüş olmamız o zamanlar için büyük nimetti.

Devamı Gelecek…

Üçüncü Evre: Görev-Part II

Dördüncü Evre: Emeklilik-Part III

Ayakkabıdan Devam…

Koşu ayakkabısı

Eskiden, 1960-70’li yıllarda, “Keds” denilen tek tip bez ayakkabılar giyilirdi. Bunlar genelde beyaz poliüretan taban üzerine beyaz ya da mavi üst kısımlı ayakkabılardı; her iki yanlarında havalandırma için ikişer delik balıkgözü denilen metal ile zımbalanmıştı. Sanırım bu ayakkabılar bizde de üretilirdi ki ucuzdu. Aynı kategorideki “Converse” marka olanları ithal fakat kaçak olarak getirilir; bu nedenle de çok azı tarafından giyilirdi.

Bu dönemlerde spor yaygın değildi. Televizyon ve internet olmadığından, insanlar zaten bu konuda fazla  ilgi-bilgi sahibi değildi. Seyehat etmek hem uzun hem masraflı olduğundan, bugünkü gibi şehir-şehir yarış kovalamak her babayiğidin harcı olamazdı. Zaten böyle bir yarış organizasyonu ve bugünkü gibi farklı şehirlerde yarışlar olmazdı. Varsa yoksa futbol; o da top yok ayakkabı yok, ne bulunursa giyilir, plastik toplar kovalanırdı.

Bugün için koşma olayı olimpiyat pistlerinden taşmış gerek sağlık gerekse organizatörlerin etkisi ile sür’atle yayılmıştır. Ülkemizde fark edilmese ve katılımcı sayısı az olsa bile, yurtdışında, tabi ki gelişmiş ülkelerde, nerede ise her şehrin önemli ve meşhur koşuları her yıl bir ya da birkaç kez icra edilmekte. Bu alanda da 5-10 Kilometrelik yarışlar yanında yarı-maraton (21.1K), maraton (42.2K), ultra-maratonlar koşulmakta.  Bunlardan en prestijlisi, homo-sapiens dayanma sınırı çok az altında ya da çok az üstünde(kişiye bağlı) olan maraton. En meşhur maratonlara onbinler katılmakta; Singapur 50 bin, Boston 40 bin, New York 40 bin, Münih, Berlin, Roma… Amerika’da yılda 50 binden  fazla yarış düzenlenmekte. Ve bu yarışlarda bir yılda koşan sayısı 60 milyon civarında (Bizde maalesef hala koşmak sadece doğuştan atlet birkaç kişiye bırakılmış gibi; yer, imkan, kültür ve yine maalesef tembellik.) Bu nedenle bu sporla ilgili ayakkabı, şort, atlet, çorap gibi aksesuarların tasarım ve üretimi çok büyük bir endüstri. Bu açıdan da önemli bir araştırma geliştirme gerekiyor ve yapılıyor.

ABD’de en fazla bilinen ve giyilen ayakkabı “Asics”. Bu durum Boston 2015 maratonunda oturup ayakkabıları sayan biri tarafından da grafik olarak ortaya konulmuş.Shoe-Count
Burada da görüldüğü gibi bizdeki Nike ve Adidas bağımlılığı Japon Asics ile Amerikan Brooks’a odaklanmış. Tabi bunun pek çok nedeni var. Pazarlama dışında teknik olarak her mesafe için insan ayağına ve koşu mesafesine, zeminine en uygun ve sağlıklı ayakkabıyı üretmek. Bu da çok zor bir iş. Çünkü dünyada 8 milyar insan varsa, 8 milyar farklı ayak yapısı var. Bunları koşu mesafesi ve zemini, hedef, alım gücü ile çarpınca korkunç bir kombinasyon rakamı ortaya çıkıyor. Bu nedenle her markanın çok fazla modeli var ve sürekli yenileniyor.

Artık basit bir ayakkabı olmaktan öte  “high-tech” hale gelmiş bu ürünler üç ana kısımdan oluşuyor:

  1. Üst kısım: Ayakkabıyı bir arada tutan bu kısım ayağı dış etkenlerden koruduğu gibi aynı zamanda ayağın havalanması için hafifi ve örgü tipi yapılıyor. Eski Keds’lerde 4 hava deliği yerine bunlarda binlerce hava aralığı var.
  2. Orta taban: EVA denilen özel bir karışımdan yapılıyor; hem hafif, hem ayağın ayakkabı ile bütünleştiği, darbeleri emen ve sürat sağlayan kısım. O kadar dengeli ve hesaplı bir tasarım olmalı ki, ayakkabı ağırlığı artmasın fakat ayağı korusun.
  3. Alt taban: Araba lastiği gibi, ayağın betona, asfalta, toprağa değen kısmı ve ayakkabıyı koruyan tabakası. Bu da o kadar teknolojik ki, hem dayanıklı hem hafif hem sağlıklı olması için reçine bazlı üretilenleri var. Poliüreatandan yapılanlar daha ucuz markalarda. Asics örneğin kendi geliştirdiği “Solyte Polimer” reçine bazlı tabanı kullanıyor. Poliüretanlardan %30 daha hafif ve sağlıklı. Ayrıca tabanda farklı teknikler ve malzemeler de kullanılıyor. Örneğin Asics “Gel” destekli tabanı tüm darbeyi alarak diz eklemlerini koruduğunu iddia ediyor. Mizuno ise burada boşluklar koymuş,  Nike Air vb. farklılıklar tasarlamış. anigif_enhanced-16596-1435170710-4Ayrıca tabana yay koyup her basmada ortaya çıkan enerjinin bir bölümünü iade ettiğini iddia eden teknolojiler de var. İleride sanırım yer çekimi ve sürtünmeyi azaltacak, yana ve öne basma açısını düzenleyecek malzeme ve teknolojiler sayesinde insanlar daha da hızlı gidebilecekler; “Geleceğe Dönüş” filminin uçan kay-kayına benzer ayağı tamamen yerden kesebilecek ayakkabılar için biraz daha beklemek gerekecek.
  4. Ayakkabıların dili, topuğu, bağcıkları her milimetre karesinde bir teknoloji, araştırma ve mühendislik dokunuşları var.

Normal yürüyüş ve jogging için ayakkabı seçimi ile mücadele sporlarında giyilecek ayakkabı seçimi farklı olması gerekmekte. ABD mağazalarda, ayakkabı alırken danışmanlar var. Bunlar yarım saat- bir saat sizin ayak ölçünüz, yapısı, koşma şekli, zevkinize göre en uygun marka-model-numara-genişlik (bizde pek bilinmeyen bir de genişlik numarası var ayakkabılarda) bularak şu ayakkabıyı verelim diyorlar. Bu kadar teknik ve taktik bir konu yani. Bu konu başlı başına bir uzmanlık alanı.

Neye yarıyor?

  1. Pheidippides döneminden olmasa bile ayakkabı etkeninin devreye girmeye başladığı yıllardan itibaren performans gelişimi:
    yıl Süre yıl Süre yıl Süre
    1908 2:55:18 1980 2:09:01 2008 2:03:59
    1920 2:32:35 1998 2:06:05 2011 2:03:38
    1952 2:20:42 2003 2:04:55 2013 2:03:23
    1960 2:15:16 2007 2:04:26 2014 2:02:57

    Tabi bu gelişmeyi sadece tek bir değişkene bağlamak doğru değil; daha bilinçli çalışma, beslenme, Afrikalıların devreye girmesi yanında ayakkabı, rekabet ve diğer aksesuarlar sayılabilir,
    1. Sakatlık açısından iyileşme; ne kadar az destekli ayakkabı olursa, özellikle uzun süre egzersiz ve yarışlarda diz, kalça, ayak bileğindeki sakatlıklar önlenmiş oluyor. Tabi binde bir çıplak ayaklı koşucular da çıkıyor; ancak bunlar belki sadece dikkat çekmek amaçlı olabilir. Araştırmalara göre çıplak ayak-minimalist ayakkabı-gelişmiş ayakkabıya doğru sakatlıklar azalmakta,
    2. İnsanlarda oluşturulan merak ve bilgi seviyesi, firmaların pazarlama  ve tanıtım faaliyetleri  sayesinde koşuya olan ilginiz artması,
    3. Büyük firmaların sponsorluklarındaki yarışlar ve atletlerin daha çok ilgi çekmesi, özellikle yol yarışlarında ortaya konan büyük ödüller, koşuları statlardan dışarı taşımış gibi. Biz bile kendi yaş grubumuzdaki PR takip ederek hem hedef koymuş oluyoruz hem de kişisel tatmin ve zevkimizi artırıyoruz.
    4. Çok büyük bir ekonomik alan, istihdam, ticaret, araştırma-geliştirme,

Gelelim “Biz ne giyelim?” sorusuna:
Burada ilk sorulması gereken  “Ne yapacaksın?”: Serbest yürüyüş, jogging, kalp için koşma, hasta olmamak için koşma, belirli bir yaşta hem kendi PR hem de belirli gruplar içinde bir yer edinme. Eğer sadece “bir başlayalım da görelim” felsefesi hakimse; ki şahit olduğum pek çok olayda insanların çoğu fazla gitmiyor, bir-iki koşuda pes diyor, ayakkabı imiş, koşu saati imiş aksesuarmış,  başlangıçta fazla yatırım yapmamaları; çünkü ülkemiz kıt imkanları dahilinde iyi ayakkabı ve diğer teçhizat bayağı pahalı.

Sonra pahalı olan muhakkak en iyisi olmuyor. Maliyet-etkenlik-amaç açısından optimum noktayı yakalamak önemli. Ayrıca kilo ve diğer genel sağlık durumuna göre de ayakkabı seçilmeli; örneğin kilo varsa mecburen daha fazla destekli ve pahalı ayakkabılar edinmek lazım ki dizlere vurmasın.

İki-üç yıllık koşucu olarak benim bile kullandığım ve kullanmakta olduğum ayakkabı marka ve modelleri oldukça çeşitlendi; belki aradaki ABD seyahatlerim etkisi ile. İlk resmi koşu ayakkabım dört sene önce aldığım “Asics Kahano 3” idi. Bunu “Asics Kayano 19 ve 20” izledi. Daha sonra çıkan 21 ve 22 fiyatları 150 doları geçince ve altı ayda bir ayakkabı değiştirme durumunda kalınca daha ekonomik olanları araştırmaya başladım. Maliyet etkenlik açısından listenin ilk sırasında olan Saucony Cohesion 8 aldım ve çok memnun kaldım. Daha sonra yine aynı model ile yeniledim koleksiyonumu. Şimdi hem merak hem de değişiklik açısından Mizuno ve Pearl İzumi aldım birer çift; denedim, gayet iyiler. Bu ayakkabıların 44 numara bir tanesi yaklaşık 300 gram. Bu nedenle yine internetten öğrendiklerime göre sadece koşular için Asics Gel Hyper Speed 6 aldım. Bu ayakkabı ise diğerlerinin nerede ise yarı ağırlığına sahip; 170 gr; ancak orta tabandaki esneklik ve alt taban kalınlığı daha az olduğundan, performansa olan olumlu katkısı, acısını yarış sonrası ayak ve bacaklardan çıkıyor.

shoe

Yeni başlayanlar ve bir görelim diyenler için tavsiyem “Outletlerden” koşu ayakkabısı reyonlarından üç-dört eski modelin ucuzlukta olanlarını almaları. Örneğin Asics Kayano modeli her yıl yenilenir çok küçük eklentilerle; şu anda son model Kayano 22  550 TL iken, 21’i 450 TL, 20’si 300 TL civarında. Ancak daha ekonomik modeli de var; 150 TL’lik bir Asics ile başlanabilir. Nike Free modelleri de iyi sayılabilir. Ancak Nike, Adidas gibi markalar genelde çok daha geniş bir yelpazede futboldan, koşuya model sunuyorlar. Puma bence hiç iyi değil koşu için, New Balance’da çabuk eskidi bende. Bu açıdan bizde henüz bilinmese de Asics, Saucony, Mizuno gibi markalar sadece koşu ayakkabısı tasarım ve geliştiricileri. Bu markaların beğenilen modellerden ekonomik olanları ve özellikle de ayağa giyerek test edilenleri tercih edilebilir. Daha önce de belirttiğim gibi başlangıçta fazla para vermeye gerek olmadığını düşünüyorum; çünkü bu markaların bir önceki modeli ile arasında çok ufak farklar var, adım adım gidiyorlar. “Sketcher” markası da yürüyüş ve koşu için tercih edilen markalardan biri burada. Ben de bir tane bilmeden almıştım iki yıl önce günlük giymeye; ancak bazen koşmak için de kullandım. Şimdilerde içinde “memory-foam” kullanılan modelleri hem günlük kullanımda havalı hem de yürüyüşte kullanılabilenlerinden. Yürüyüş için koşu ayakkabısı alınabilir; ancak yürüyüş için alınan ayakkabı ile koşulmaması tavsiye edilir.

Bu arada yeni öğrendiğim bir ortopedik bilgiyi de vermeden geçemeyeceğim: İnsanların her iki ayağı aynı numara bile olamayacak şekilde birbirinden farklı olabiliyor. Bunu ölçen aletler mağazalarda bulunabilir.  Bu nedenle pahalı alınacak ayakkabılar için her iki sağ-sol ayakkabı da ayağa giyilip dükkan içinde yürünmesi iyi olur. Kilo varsa (BMI 25’den büyük) Asics nimbus 18 ya da Kayano 22 paraya kıyılarak giyilebilir, dizleri koruma açısından; çünkü bunların taban esnekliği ve yumuşaklığı beton ya da asfalt sert yüzeyinden diz eklemlerine yansıyan basıncı emmek üzere tasarlanmış ve malzeme kullanılmış.

Daha teknik ve ayrıntılı bilgi için: kosugazetesi.com/alti-ustu-kosu-ayakkabisi by Mert Derman

Sağlıklı koşular… Reading, 14 May 2016

ayakkabıdan mı başlasak?

“Türkiye Uçak Gemisi – 2021 de sulara iniyor”
“Türkiye THY Yerli yolcu uçağı yapacak”
“Yerli uçak fabrikasının nereye kurulacağı açıklandı”
“Yerli otomobil 20 liralık yakıtla bin kilometre yol alacak”
“Dev firma, Türkiye’de ilaç üretimi yapacak”
“Karabük’te bir çiftçi 10 yılda 8 yerli araç yaptı”

ayakkabıAyakkabı insanlığın ilk icatlarından olsa gerek; tekerlekten önce. Ancak en gerekli ve en uzun kullanım süresi olan bir eşya. İlk ayakkabının 40.000 yıl önce giyildiğini rapor eden araştırmalar okudum. Yatarken bile çıkarmıyordu sanırım ilk insanlar; bugün ki gelişmiş ülkelerde olduğu gibi  😆 

Koşucu olunca, Azerice kaçışçı, haberdar olduğum bir konu da ayakkabı oldu. Ayakkabı diye geçmemek gerekir; o kadar büyük bir alan ki. Hatta ayakkabının spor ayakkabısı alt grubunun koşucu alt grubu bile o kadar özel ki. Koşucu ayakkabısının egzersiz için olanı, koşu için olanı, koşunun cinsine göre  uzun mesafe için ayrı, orta ve kısa mesafe için ayrı, arazide koşan için ayrı tipleri var. Geçen gün Reading’de koşarken bir tane de Çin’li egzersiz yapıyordu; torbasında 4 farklı çift ayakkabısı ile. Sordum. “Bir tanesi engelde koşmaya, biri düz koşarken, biri zıplarken biri de gidip gelirken giymek için” diye yanıt verdi. 

Gerçekten de işin içine girince konu derinleşiyor. Fazla kilolar için daha destekli ayakkabı gerekiyor, dizlere fazla yansımasın diye. Ayakkabının burun tarafı ile taban yükseklik farkı, ağırlığının 12 onz ya da 6 onz olması…derinleştikçe derinleşiyor.

Bu alanda da Japon ve Amerikan markaları en bilineni ve teknik olarak en gelişmişleri. Daha önceki ziyaretim sırasında, koşucu değilken yanlışlıkla aldığım “Asics” markası Japonların çok meşhur burada. Ardından Mizuno, Pearl İzumi; Amerikalıların Nike, Adidas, Brooks, Saucony, Sketcher daha da özel olarak üretilen Altra, Salomon, Newton; liste uzayıp gidiyor. Bir de bu markaların yüzlerce farklı modelleri olduğunu düşünün.

esemTürkiye’de 70’li yıllarda “Esem Spor” markası ile bunların atası ayakkabılar üretiliyordu; bizler de giymiştik zamanında. Sonradan gelişmek yerine ortadan kayboldu;  işletme açısından kurumsallıktan uzak olmaları mı, araştırma-geliştirme olmaması mı, rekabet mi sebep oldu batmalarına bilemiyorum.

Türkiye’de de koşucuların ayaklarında bu markalar görünür hep. İki yıllık koşucu geçmişi olan bende bile 5 çift koşu ayakkabısı olduğunu düşününce, eskittiklerim hariç, çünkü bu ayakkabıların prospektüsünde 900-1000 km. koştuktan ya da 6 ay sonra ayakkabıyı değiştirin yazar. olayın ekonomik büyüklüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca teknolojik olarak da sürekli araştırma geliştirme gereken, en ufak yeniliği atlayanın kaybolmaya mahkum olduğu bir iş ortamı. Bunun pazarlama, marka oluşturma, üretim işletmesi ve diğer organizasyon kapsamları da var.

ucakgemisiBence eğer uluslararası değeri olacak sadece bir koşu ayakkabısı markası oluşturabilsek ve devam ettirip, az önce bahsedilen markalarla rekabet edebilecek hale getirebilsek, arkası gelecek; belki 40.000 yıl beklemeye gerek kalmadan, arabada yaparız, uçak da. Ancak kanımca ayakkabı yapamadan uçak, hatta uçak gemisi biraz hayal gibi!…Reading 12 Maysı 2016

Yüz Yaşına Kadar da Çalışılır mı?

1995 Yılında emekli olduğumda 40 yaşındaydım; o zaman çıkan iki yasa ile emekli olmam kaderim gibi oldu; erken emeklilik ve yurtdışı mecburi hizmet kaldırılması. Ancak resmi emeklilikten sonra çalışmaya devam edebildiğim için gönlüm müsterih; 58 yaşıma kadar sürekli çalıştım. Şimdilerde doktora sonrası 60 yaşımda bir yerlerde ders verebileceğimi umut ediyor ve gerekli girişimlerde bulunuyorum. 

Ancak herkes için durum aynı değil. Askeriyeden sınıf arkadaşlarım 53 yaşında “Kırmızı Kart” görene kadar bekledikten sonra emekli oldu; fakat çoğu çalışmadan sadece sınıf yemeklerine katılmak suretiyle tüketime katkıda bulunuyorlar. Ağabeyim SGK’dan emekli olduğundan (65 yaşında zorunlu) emeklilik konularında sohbetimiz sırasında pek çok şey öğrenmiştim. İnsanlarımız adeta bedavadan emekli maaşı alabilmek için neler yapıyorlardı. Eşinden kağıt üzerinde boşanıp babasından emekli maaşı alanlar, olmayan çalışma sürelerini belgelerle oldu gibi gösterenler, torpil isteyenler.  Daha önceleri “Süper emeklilik”, “Ballı emeklilik” envaiçeşidinden fakat ne aktüerya, ne insaf ne etik kapsamına girmeyen durumlar. En doğru emekli olanlar bile 45-50 yaşından sonra atıl kalmayı yeğliyorlar, kahve köşeleri hariç. Bu durum sık sık çıkan  “SGK iflas edecek” tipi haberlerle gündeme getirilir; fakat bir çözüm olmadan devam ediyor.

ABD geldiğimde dikkatimi çeken konulardan biri de, mağazalarda, ofislerde gördüğüm çalışan yaşlı insanlardı. Bunlardan bazıları ile sohbet ettiğimde, sağlık güvencesi ve bakım için çok para gerekmesi, daha iyi yerlerde ve şartlarda yaşayabilmeleri, çatılarını aktarabilmeleri için paraya ihtiyaçları olduğu ve bu nedenle de çalışmaları gerektiğini öğrendim. Eşimle birlikte kapalı, havasız mağazalarda günde 8 saat ve genelde ayakta duran yaşlıları gördüğümüzde hayretle karşılıyoruz. “Aaaa, annem yaşında kadın!” sürekli kullandığımız cümlelerdi.  Geçtiğimiz hafta sonu “Market Basket” denen buranın büyük bir süpermarketindeki kasada dikilen kadının en az 85 yaşında olduğunu tahmin ettik ve başlarındaki kişiye “Bu teyze kaç yaşında?” diye sordum; ancak “bilmediğini ve ABD ‘de çalışma yaşı ile ilgili bir üst sınır bulunmadığını” bizim şaşırmamıza şaşırarak söyledi. 

Bugün bir de internetten bakayım diyerek yaptığım aramada karşıma çıkan haber daha da şaşırttı ve düşünmeye sevk etti. 

This 103-year-old World War II veteran works five days a week.

103yas

Evet bu dedemiz 103 yaşında ve hâlâ çalışıyor; hem de bedenen ve bilfiil, umarım son bir yılda bir değişiklik olamamıştır. Tabi bu uç bir durum diyemeyeceğim, bu kadar yaşlı insanı çalışırken görünce. Batıdaki bu çalışma azim, potansiyel ve kinetiğe ilk defa Norveç’lilerle bir projede çalışırken hayret etmiştim; ben 27 yaşında bile değil iken 60 yaşında Norveçlinin emekliliğe daha çok var demesi ile. O zamanlar emeklilik yaşının Norveç’te 67 olduğunu söylemişti; yıl 1983. Daha sonra yabancılarla muhatap oldukça, yaşlı fakat konusunda yılların uzmanlığı ile ve büyük bir azimle çalışan yaşlı-gençleri, artı bir de bu durumun tüm kadınlar içinde geçerli olduğunu görünce Batı’nın, Japonya’nın, Çin’in neden bu kadar ileride olduğunu bir kere daha anlamış oldum. Reading’de Amerikalılar ile sohbet sırasında 60 yaşında emeklimi oldun diye hayret etmişlerdi; halbuki 40 yaşımda resmi emekli oldum desem herhalde hiç inanmazlardı. Bu nedenle emekli olduğumu söylemiyorum bir daha burada.

Basit bir matematik ile 80 milyon ülkemizde bu emeklilik yaşı durumuna göre çalışma potasındakilerin sayısı, 20-55 yaş alırsak, 40 milyon kadar. Kadınların istihdam oranı %25; buna göre toplam 25 milyon çalışan var, işsizlik oranı dikkate alınmazsa. İşsizlik bu yaş grubunda en az yüzde 20 olsa geriye çalışan sadece 20 milyon kişi kalıyor; yani 100 kişiden sadece 25’i çalışır durumda. Aynı oran gelişmiş bir ülke için hesaplanırsa, örneğin aynı 80 milyon nüfuslu Almanya: Emeklilik yaşı da göz önüne alındığında potada 50 milyon kişi oluyor. Aynı zamanda nerede ise tüm kadınlar çalıştığından ve işsizlik oranı çok düşük olduğundan 50 milyonun 45 milyonu çalışıyor. yani oran nerede ise bizim iki katımız. Bir de bunun üzerine bu haberdeki gibi 70-80 yaşına kadar çalışanlar ve hatta gençler tarafına gittiğimizde bizdeki gibi üniversite sınavı bitirmeyi bekleyenler olmadığından bir miktar daha çalışanı ekleyebiliriz. Yani 80 milyonun 60 milyonu , yani 100 kişiden 75’i çalışıyor; hem de ne çalışma: Sabah saat altıda başlıyor, yılda çalışılan gün sayısı aşağı yukarı aynı tatiller çıkarılınca. Ancak yine örnek olarak ABD alınırsa makine ve otomasyondan yararlanma oranı bu çalışma etkinliğini katlıyor. Çöp arabalarında bir kişi görevli, bizde bir şoför ve arkada asılan iki kişi yerine; otomatik olarak çöp kutuları arabaya boşaltılıyor.  Üretimde de otomasyon, robotik çok fazla kullanılıyor; örneğin bizde yüz kişinin çalıştığı bir yatak üretim fabrikasının iki katı kapasitesine 30 çalışan ile erişilebiliyor.

Daha bunun içerisinde bu ülkelerin  araştırma ve inovasyon, sistem, çalışma ve örgüt disiplinleri, yılların birikimi, dünya ekonomisini yönlendirme gücü, sömürgeleri gibi diğer bir çok ekonomik, sosyal etkenlerdeki üstünlükler eklenmedi bu yazıda, basite indirgeme için. Sadece tek değişken çalışma ve emeklilik yaş değişkeni ile bu kadar malzeme çıktı önüme.

Bu durum Amerika için de geçerli, diğer gelişmiş ülkeler için de. Bu nedenle artık ikide bir neden biz hâlâ gelişmekte olan ülkeyiz diye düşünüp, adamların bizden neyi fazla ola ki diye dert etmeyelim; emekliliğimizin keyfini çıkarıp sırt üstü yatmaya devam edelim, arada da sanki çok bir yaşmış ve çok çalışmışız gibi, emekliliğimizin bilmem kaçıncı yılı diye kutlamaya devam edelim ki çocuklarımıza, torunlarımıza hiç bir şey kalmasın…Reading 12 May 2016

ABD: İnsan Profilleri

Reading, MA, Boston yakınlarında küçük bir kasaba. İrlanda kökenliler çoğunlukta olmasına rağmen bir hayli de İtalyan var. Ayrıca beden işlerini (çim kesme, çatı kaplama, ev onarım vb) yapan çok sayıda Hispanik kökenli vatandaşlar var; ancak bu kesim genelde evlerin ucuz olduğu başka kasabalardan buraya çalışmaya geliyorlar; çünkü bu kasabada ev kiraları ve fiyatlar çok yükselmiş durumda; bir oda bir apartman dairesi 500.000 dolar civarında.

Havalar düzelince Alp ile birlikte gezilere çıkıyoruz etrafta. Yaşadığımız Johnson Wood Condo’s sitesi içerisinde pek çok cadde var; ağaçlıklı, çeşitli hayvanların bulunduğu ve arada burada yaşayanlara rastladığımız. Arada dememin sebebi burada genelde çalışma saatlerinde kimse etrafta olmuyor. Bütün şehir terk edilmiş gibi. Bu nedenle birilerine rastlamak biraz şans işi.

Bizim bulunduğumuz apartmanda komşularımız, Çinli, Hintli, İranlı, biraz da Amerikalı. Briton kökenli Gil-Pam Congdon çifti en çok konuştuklarımızdan; emekli olup buraya yerleşen, yaşlılık nedeniyle müstakil evlerini (townhouse diyorlar burada) satıp, iki odalı dairelerine taşınmış. Eskiden sebze bahçesi yaptıklarından burada da yöneticiden izin alıp köşede beş-on metrekare yerlerde çiçek yetiştirmeye çalışıyorlar; bu nedenle de sürekli karşılaşıyoruz. Hintli olan kız belli çok zeki ve beyin göçü kapsamında gelip buralarda iş bulmuş; “Business Analyst” olarak büyük çaplı Amerikan firmaların IT altyapısı konusunda danışmanlık yapıyormuş, o kadar Amerikalı dururken. İranlının lokantaları var. Genelde Türk ve benzer kültürlerden gelenler lokanta tipi yerlerde iş yapıyor, her ne kadar bilgisayar, elektronik mühendisliğinde çalışanlar ya da öğretim elemanı olarak kalanlar olsa da. Bu ikinci bahsettiklerim de beyin göçü kapsamında, ülkelerinin yüz binde, milyonda birleri IQ sahibi olanlar.

Bugün yine site içi ve yakınındaki Enos caddesinde dolaştık Alp ile. Cadde çoook sakin, geniş, ağaçlıklı ve çok güzel evleri var, iki taraflı. Caddenin sonuna doğru bir kız çocuğu gördük yanında yaşlı biri ile. Oraya doğru gidip selamlaştık. Alp, kız çocuğu ile oynamak istedi; adını sordum; “Gabriela” dedi, sonradan babaanne olduğunu öğrendiğimiz bayan. “İtalyan kökenli misiniz?” dedim. “Evet” dedi. İtalyanca konuşabilir misiniz soruma çok sevindi; belki gurbetlerde ana dili konuşan başka birini bulduğu için. Bundan önce karşılaştığım ve adından dolayı İtalyan olduğunu anladıklarıma “İtalyanca biliyor musunuz?” diye sorduğumda, “hayır ancak dedelerimiz konuşabilirdi, biz burada öğrenemedik” diye hayıflanmışlardı. Bana nereli olduğumu sorunca, değişiklik olsun diye “Napoli’liyim” dedim. Bunun üzerine Alp’i torunu ile oynamaya başlattı ve sohbete başladık, İtalyanca. Ondört yıl önce geldiğini, İtalya’da ne iş ne de yaşam kalitesi kaldığını anlattı. “Her yer hırsız doldu, çocukluğumuzun en prestijli caddesi bakımsızlıktan ve göçmenlerden yürünemeyecek halde diye epey bir dert yandı. “Burada olmaktan mutlu musunuz?” diye sorduğumda, iş olanakları, sakin bir çevre, çocuk yetiştirmek için uygunluğu, kaliteli okullar ve gelecekle ilgili umut vadeden ortamdan bahsetti.  Ancak Trump “yabancıları istemiyor” deyince: “Yabancıları değil sadece bombalayan, insanları kurşunlayan Müslümanları istemiyor, haklı da” dedi. Yine Alp’i getirdiğim çocuk parkına kızı ile gelen Bulgar Christian’la sık sık konuşuyoruz. 27 Yıl önce Sovyetlerin parçalanması sırasında ülkesinden ayrılmış; önce Kanada’ya sonra da buraya yerleşmiş. Likör dükkanı açmış; işler iyi diyor. Türkiyenin şaraplarını beğenmiyor, en iyisi Fransız, oradan getirtiyorum diyor. Bulgaristan diyorum: Yolsuzluk, işsizlik dolu her yer diyor. Dedesi 90 yaşında orada çiftlikte yaşıyormuş. Sonra buralarda evlenmiş. Çocukları Amerikan kültürüne göre yetiştiriyor. Geri dönecek misin sorusuna: “Ne yapayım Bulgaristan’da iş yok, çocukların geleceği yok, özgürlük yok” diyor.

Eda’dan ayrılıp eve doğru giderken, köpek gezdiren bir genç kız laf attı, Alp’e. Konuşmada Brezilyalı olduğunu ve ülkesindeki yolsuzluk, anarşi ortamından kaçıp buraya gelmiş olduğundan bahsetti. Şu anki devlet başkanı “Dilma Roussef” ve önceki Lula’nın karıştığı yolsuzluklar ve bir türlü istikrar bulmayan ekonomik durum, işsizlik ve geldiği şehir Rio de Janeiro’daki olaylardan şikayet etti. Burada çalıştığı yerde “Nerelisin?” diye soranlara “Brezilyalı’yım diyemiyorum, ülkenin kötü şöhretinden dolayı” diye de ilave etti, Chiristiana. Brezilya ve benzeri ülkelerin “gelişmekte olan ülke” olarak tanımlanmasını komik bulduk; basbayağı geri kalmış bu ülkelerden geldiğimizi söylemek bile karşı tarafın yüz hatlarında değişikliğe neden olduğunu ve hemen ardından gelen ülkedeki sorunların açılmasını.

Pazar günleri, internette bularak devam ettiğim periyodik futbol maçında arkadaş olduğum, Polonyalı Jacek, Yunanlı Yorgo, Alman Tobias hep aynı nedenlerden buralara geldiklerini anlattı. Jacek, on yıl olmuş burada çalışmaya başlayalı,; Raytheon’da çalışıyor, vatandaşlığını yeni almış. Polonyadaki işsizlik, Walesa sonrası Katoliklerin devraldığı yönetimin yobazlığı ve ülkeyi geriye götürüşlerini anlattı. Tobias ise Frankfurt’tan gelip neden buralarda maceraya atıldığını sorduğumda, “burada iş bulmuştum, çocuklar da olunca artık yerleşmeye karar verdik” dedi. Yorgo 2000’de gelmiş yerleşmiş, nedenini anlatmadı; daha iki maç yaptık belki de bizim kültürümüze yakın sır vermek istemedi. Hakim Cezayirli. Fransa’da PhD yapmış, Kanada sonra buraya gelmiş, iti bir şirket, Analog Devices çalışıyor. Bizim memlekette iş yok, otorite çok fazla, özgürlük yok diyor. İrlandalı Peter nerede çalıştığını sorduğumda esprili bir dille geçiştirdi. Devamlı minyatür kalede duran Çin’li Ming hikayesini daha öğrenemedim.

İnsanların istediği aslında basit, iş, güvenli bir ortam, çocuklarının yarınları, özgürlük; bunları da burada bulduklarını düşünüyorlar…Reading, MA- 12 May,2016

ilaç yerine egzersiz…60 sonrası

Dünyada ve Türkiye’de obezite çocuk yaşlardan itibaren yaygın hale gelmekte ve yaygınlık giderek artmakta; bunu çevremizdeki yediden yetmişe bir çok kişide görmekteyiz, istatistikî bir araştırmaya bakmaya bile gerek yok. Bu durum emeklilikten itibaren sür’atle artan bir orana erişmekte; emeklilikle birlikte ileri yaşlarda  elde kalan yemek ve oturmak eylemi ya da eylemsizliği nedeniyle. Gelişmiş ülkelerde emeklilik yaşı 60-70’lerde yıllardır; ancak bizde 40 yaşında bile başlayan emeklilik nedeniyle ileri yaş kavaramı farklılık göstermektedir. Bu dönem spor yapanlar (atletler) için farklı geçmektedir. Atletler arkadaşlarına, çevrelerine göre daha fazla yedikleri halde daha az kiloludur; dahası kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarına yakalanma riskleri daha az, çok fazla yemek ve sağlıksız beslenme nedeniyle oluşan tip-2 diabete maruz kalma riski oldukça düşük kalmaktadır; genetik olarak daha yatkın olsalar bile.

Neden atletler, özellikle de 50-60 yaş ötesi olanlar, rahat koltuklarına sırtlarını dayamak arkadaşları ile yemeklere gitmek varken, haftanın beş-altı günü belki de hiç uygun olmayan ortamlarda; kaldırımı olmayan yollarda, genelde atlet olmayan ve halden anlamayan sürücülerle muhatap olma ve ezilme riskine rağmen egzersiz yapmaya çalışmaktadırlar, ölümlü dünyada? Bu kapsamdaki atletlerle yapılan söyleşi ve araştırmalarda ortaya çıkan sonuç: Yarışma psikolojisi, kendilerini diğerlerine karşı ölçme arzusu, bir şeyi başarma hissi; özellikle de belirli bir yaşa kadar bu imkanı bulamamış yaşlılar, sağlık açısından faydaları ve kendileri gibi düşünen kişilerle sosyal iletişim, arkadaş-dost teşviki gibi nedenlerle egzersiz yaptıklarıdır. Bu motivasyonları bir hapın içinde sunmak zor olsa gerek.

Yaşlı kişilerin erken ölümleri ve egzersiz arasında tersine bir ilişki mevcutmuş; yani ne kadar egzersiz o kadar geç ölüm. Bazı araştırmalar bu konuda rakamlar bile vermektedir: Eğer haftada fazladan 1.000 kalori yakabiliyorsanız, erken ölüm riskini yüzde yirmi azaltmış oluyorsunuz. Haftada 1.000 kalori aslında hiçbir şey; genelde 10-12 km. bir koşu yada, muadili yüzme, bisiklet ile kolayca erişilebilecek bir rakam. Her ne kadar bizde istatistik konusu tam anlaşılmayan ve müphem bir alan olmasına rağmen yüzde yirmi dendiğinde bunun lehte bir şey olduğunu da herkes anlayabilecektir. 

Bu noktada hemen uzun yaşayıp da ne olacak, “çok yaşayan yüze kadar yaşıyor” felsefesini dile getirenleri duyar gibi oldum. Ancak iş gelip hastanelerde sürünmeye ve genelde bir kaç hap alıp dönmeye, torunları kucağında alıp parklara götüre memeye, bir kaç merdiven çıktıktan sonra tıslamaya dayanınca yaşam kalitesinin önemi ortaya çıkıyor; kimse yolun sonu görünüyor demeden, şuram ağrıyor, kesiliyorum, aman bir çare diyerek hastanelere koşmaktan geri durmuyor ve kutu kutu hapları götürüyor. İlaç yazmayan doktorlara da kızılıyor. Torunları bir görsem, torunların çocuklarını bir sevsem, onların evlendiğini görebilecek miyim diyerek hayata bayağı bir asılıyor insanlar.
Hadi o zaman: Biraz egzersiz…
Egzersiz etkisi ile vücuttaki anatomik yapıda da bazı değişiklikler ortaya çıkmaktadır.
Telomerler: Colorado Boulder Üniversitesinde yapılan bir araştırmada1 yaşlılıkta egzersiz yapanların telomer uzunluklarının yapmayanlara göre daha uzun kaldıkları rapor edilmektedir. Yaş ilerledikçe telomerler doğal olarak kısalmaktadır. Ancak bu kısalma oranı egzersizle birlikte azalmakta imiş2.

Kalp atışı: Bazılarına göre, tabi bu bazıları yaşam ve sağlık konusunda ilgili ve bilgili kişiler, her yaratığın kalbinin belirli bir atım sayısı varmış.  Mekanik ve elektronik cihazlar hep belirli bir sayıda kullanım kapasitesine sahip olarak üretiliyor  “artema, aç-kapa” reklamındaki gibi. Fareler ve tavşanların yüksek kalp atım hızı daha kısa ömre bağlandığı gibi, fil, kaplumbağa ve balinaların yavaş atım hızları da uzun ömür nedeni olarak gösterilmektedir. Egzersiz yapan atletlerin kalp atım hızları yapmayanlara göre düşüktür. Bu iki şekilde olur, doğuştan kalp atım hızı düşük olanlar iyi atlet olur. Sonradan spora başlayanların ise atım hızları, kalp kaslarının güçlenmesinden dolayı düşer. Normal insanlarda kalp atım hızı 60-99 arasında iken, atletlerde 40-60 hatta daha da düşebilmektedir. Altmış yaşında koşuya başladıktan sonra iki yılda kalp atış hızımın 10  vuruş düşmesinden bunu bizzat yaşamış biriyim. Hatta bir muayene sırasında “bradicardi-yavaş atan kalp” teşhisi kondu, spordan ve konudan bir haberi olmayan bir doktor tarafından, güldüm geçtim. Milli atletimiz ve arkadaşım Kerim Koçer her seferinde hastanede kontrole gittiğinde hemen acile sevk edildiğini anlatır durur; nedeni normalde 40’a yakın kalp atışına sahip olması, bazen daha da düşmesi.

İşleyen demir ışıldar: Tıpkı makinelerde olduğu gibi insan vücudu da kullanılan kısımları geliştiriyor. Bunu da kendimden biliyorum; iki yıl gibi kısa bir sürede düzenli koşu egzersizi yapmam sonucu bacaklarımda ortaya çıkan ilave damarlar ve görünmeye başlayan kaslardan.

Kök hücreler: Genç insanların kasları kök hücrelerle dolu imiş. Normal yaşlanma sürecinde bu kök hücreler ölmekte ve kas erimesi-sarcopenia ortaya çıkmaktadır. Yapılan araştırmalarda egzersiz yapmanın kök hücreleri ayakta tuttuğunu göstermektedir.

Bu konuda serbest radikaller, DNA hasar, insan ömrünün sınırı konularında da egzersiz faydaları saymakla bitmeyecek bir şekilde tıp, teknoloji, genetik araştırmalar ilerledikçe daha çok argümanlar çıkması beklenmelidir.

Ancak her şeyde olduğu gibi bu konuda da aşırıya gitmek, özellikle ileri yaşlarda kaçınılması gereken bir durum olabilir. İleri yaşlarda ultra-maratonlar, her maratona katılmak ve bu suretle kalbe fazla yüklenmek sağlık açısından olumsuz sonuçlara neden olabildiği, bazı araştırmalar ve bizzat yaşanmışlıklarla ortadadır. Bu “fazla” ön-adı (sıfatı) tanımı kişiden kişiye, kalbine, nefesine bağlıdır. Bu konuda spor konusunda da bilgili bir doktora danışmak gerekirse eforlu-EKG ya da başka tıbbi ölçümler yaptırmak rasyonel bir davranış biçimi olacaktır.

1 http://www.runnersworld.com/peak-performance/feb-15-a-telling-tale-of-telomeres-exercise-health-and-aging
2 Telomerler kromozomların uç kısımlarındaki bir parça ve her hücre bölünmesinde kısalıyorlar. Berlirli bir yaştan sonra kısalamayınca hücre bölünmesi yani yenilenmesi duruyor,; bir yerde ömür-ölçer.

Yaşamda En Önemli Dersler

İlkokuldan, üniversiteye kadar; hatta yüksek lisans, doktora dahil bir çok ders alınır. Daha doğrusu sistem tarafından dikte edilir. Belirli bir sistem ve hedef olmadığından bu dersler sürekli değiştirilir; başa gelen siyasi otorite ya da teknik ekip tarafından. Bazıları bilim ve teknolojideki ilerlemelere bağlı olarak yeni ders olarak devreye girerken, bazıları da bu kapsamda sistemden çıkarılır. Bunların gerekliliği ve faydası senelerdir hep tartışılır durur. Altmış yaşıma kadar belki de Türkiye’de en fazla ders alan ve çok büyükleri dahil, yerli-yabancı pek çok sektördeki çeşitli firmalarda yöneticilik yapmış biri olarak bu konuda bir kaç kelime yazma ve gençleri, ebeveynleri bilgilendirme ihtiyacı hissettim, geç olmadan.

Genel kanı ve kabul gören görüş kapsamında en az değer verilen dersler: Beden eğitimi, sanat, müzik, felsefe, edebiyat, matematik (zor olduğundan), fizik, yabancı dil (hele Almanca ve Fransızca ise) şeklindedir; sırası önemli değil. Bu dersler mümkün olduğunca geçiştirilmeye ve zararsız atlatılmaya çalışılır. Zaten beden eğitimi ya da spor dersleri tam bir komedi halinde geçer; haftada bir saat olarak müfredatta yer alan bu derste spor kıyafeti bile giyilmeden adet yerini bulsun tarzında. Sanat, müzik zaten seçmeli, felsefe sadece 11’nci sınıfta 2 saat, İngilizce ise liselerde haftada 2-3 saat okul tipine göre. Bu ders müfredatı Talim Terbiye denen bir kurul tarafından sürekli değiştirilir ve okul tipine göre farklılıklar vardır. Bu nedenle kimse kesin olarak şu zamanda, şu okulda, şu ders şu kadardır diyemez. Bu konuda ayrıntılı ve güncel bilgiler ilgili sitelerden takip edilebilir. 

Üniversitelerde ise durum pek farklı değildir. Bu konu çok farklı fakülte, bölüm ve yüksek okul çeşitliliği içinde ayrıca bir inceleme konusudur; ancak zaten buralarda spor diye bir olay yoktur, spor akademileri hariç tabi ki. İngilizce ise, %100 İngilizce, %30 İngilizce ya da sıfır İngilizce diye ÖSYM kılavuzlarında yer almasına karşın belirli bir kaç üniversite dışında bunun uygulaması çok zayıftır. Bu konuda başımdan geçen bir olayı aktarmadan geçmek istemiyorum: Bir firmada Fransızlarla ortak bir projede çalışacak eleman ilanına başvuran bir üniversitenin Fransız Dili ve Edebiyatını bitiren bir adayla yaptığım mülakatta, bana İngilizce ve Fransızcayı bildiğini anlatmıştı. Görüşme sonrası Fransız firma temsilcisine gönderdim, Fransızca’sını denesin diye. Sonradan bu adayı bir daha görmedim. Fransız’a sorduğumda: İki soru sordum ikisine de “Yes” dedi; ben de güldüm ve gönderdim dedi. Hangi sorular dedim: “Do you speak French?” ve “Do you want me to speak in French or English?” diye. Yine bir firmada çalıştığım sırada İtalyan Dili ve Edebiyatı bitiren kızımızla her fırsatta karşılaşıp konuşmak istediğimde, her seferinde benden şeytan görmüş gibi kaçışını unutamam.

Bu genel kabul ve önem sırası, okul sonrası tüm yaşam boyunca gördüğüm kadarı tam tersine işlemektedir. En faydalı olabilecek konuları sıralamak gerekse: Bir numaraya beden eğitimi ya da spor dersini koyarım. Çünkü “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün ne kadar geçerli olduğunu deneyimledim. Sonrasına hemen İngilizceyi eklerim; hele bu devirde İngilizce olmadan adım atmanın olanağı yok gibi; internet dünyasında, bilim ve teknoloji alanında, araştırma ve literatür taramasında. Hala üniversitelerde Türkçe ile eğitim görmeyi savunan bilim adamlarına katılamıyorum, özellikle teknolojik ve mühendislik derslerinde. Sonrasında ya da beraberinde matematik koyarım, tüm bilimlerin temeli olarak. Sanat ve müzik biraz kabiliyet gerektirdiğinden bu konuda fazla iddialı olamayacağım. Felsefe yani düşünme olmazsa olmazlardan biri; ancak felsefeyi öcüleştirmeyecek öğretmenler elinde; edebiyatta bu şekilde. Ayrıca son zamanlarda ortaya çıkan teknoloji, veri, bilgisayar programları da önemli. Bu ve belki bu listeye eklenebilecek bir kaç konu daha olabilir. Ancak değerlendirme bu şekilde olmalı benim felsefeme, düşünceme göre.

Tabi bu düşüncelerim ülkem için sadece bir ütopya olarak kalmaya mahkum gibi; her seviyede bir okula girmek için sıralama sınavları var olduğu sürece. Kimse, sürekli adı ve şekli değişen, OKS, SBS ya da şimdiki adı TEOG olsun, ÖSS olsun, sınavlar ve bu sınavları gerektiren şartlar var oldukça; ki bunlar ekonomik, sosyal gelişmeler, nüfus hızı ve buna bağlı eğitim altyapısındaki iyileştirmeler, siyasi müdahaleler;  benim sıralamama rağbet etmeyecek, anlamayacak, hatta bu adam başka dünyadan mı diye burun kıvıracaklardır. Ancak gerçek budur ve ileride bir gün belki ülkemiz de muasır medeniyet seviyesine yaklaşabilirse bu düşünceler daha da geliştirilmiş olarak kaçınılmaz gerçekler olarak kabul görecektir… Reading 29 Nisan 2016

 

Karnemiz…. Spor:Zayıf Matematik: Zayıf

anıttepe_track
Anıttepe koşu pisti

Ankara beş milyon nüfusu ile Türkiye’nin ikinci kalabalık şehri; Başkentimiz. 2016 Yılı itibarı ile 21 üniversite (12 özel, 9 devlet) , yüzlerce, ilk-orta-lise; ancak spor sahası açısından zayıf; tüm ülke genelinde olduğu gibi. Belediyeler tarafından göstermelik olarak “……. Parkı” diye şaşalı isimler verilen alanların etrafında yine göstermelik koşu parkurları düzenleniyor. Golf sahaları çok büyük, bakımlı alanlar gerektirdiğinden bir zamanlar mini-golf sahaları vardı. Bu alanlara da park demek yanlıştır; mini-park yerine.  Bunlar bazen o kadar komik ki; 300 metre, onlarca insan genelde yan yana yürümeye çalışıyor, mini-parkların pistçiklerinde başıboş köpekler güneşleniyor. 

Koşmak, spor yapmak için “yerim dar” demek belki bahanelerden sadece biri olabilir; diğerleri okullarda sporun “S” harfinin olmaması, okul haricinde ana-babaların çocukları mümkün olduğunca bu zararlı( 😆 ) olaydan korumaya çalışmaları; orta-lise-üniversite giriş sınavlarına yoğunlaşmalarını istemeleri. Zaten anne-babaların da bu kategoride karneleri “pek zayıf”. Örneğin koskoca (:lol:) İstanbul Kıtalararası maratonuna katılan ülkem insanı sayısı 1.200 iken burada koşan yabancı sayısı 1.600; seyirci sayısı ülkem insanı bin civarında, İstanbul’a gezmeye gelen ve burada görev yaparken olayı izlemeye gelen yabancı sayısı 3.500-5.000, tüm yol boyunca ve özellikle bitiş hattında.

Buna rağmen bazı güzel fakat nadir örnekler de yok değil; Anıttepe Koşu Pisti gibi. Bu 8 kulvarlı koşu yolu, tartan pisti, basketbol sahası, kulvarın etrafında spor aletleri, çeşmeler ve yeni yapılan kapalı bir “gym” de bulunuyor. Pistin kenarında Anıtkabir manzaralı oturma yerleri var. Bir de soyunma odaları var, tuvalet de buraların içinde; her yerde olduğu gibi bakımsız ve klasik amonyak kokulu, duş alabileceğiniz yerler yok. Arabalar için tesisin tam dibinde park yeri olması alışılmadık bir kolaylık.  Fakat koşanlardan ziyade yürüyüşe gelenlerin, telefon görüşmeleri için en uygun ve sesiz yer arayanların ağırlıkta olduğu bir ortam. Koşmayanlar koşanlara engel oluşturmasın diye  “ilk 3 parkur koşu parkurudur” yazılmış; buna rağmen ilk kulvarda yürüyen, yanından geçerken baksan bile anlamayan  ya da kasten burada gezmeye devam eden kişi ve gruplar sıkça rastlanabilen bir durum (Bakınız sayfa başındaki foto). Bir şey söylemeye cesaretin olsa bile alacağın cevap, Ankara’nın bu en mutena bölgesinde bile belli. Geçen hafta Reading Lisesi parkurunda tek başıma koşarken, 50-60 adet ilkokul öğrencisi geldi; onlar da bir mil koşacaklarmış;öğretmenleri başında. Çatışma rotasına gireceğimi düşünürken öğretmenler çocuklara bir numaralı parkurda koşmayın diye ikaz ettiler ve bir kişi bile bu parkura girmedi. Bugün, 11 Mayıs, yine tek başıma koşarken aynı yerde bu kez “mental disorder ve down sendromlu” sınıf getirdiler, spor saati imiş; inanılır gibi değil bu çocuklar da ben gelirken ilk parkuru boşaltıyorlardı. Bu sadece bir gözlem, karşılaştırma maksatlı değil.

Başka bir komik olay da matematik sorunu. Sporla matematik ne alaka? Pist ile ilgili asılan tabelada ilk kulvarın 400 son kulvarın 480 metre olduğu yazılı. Belki de ilk kulvarda yürüyen yurdum insanı doğuştan gelen pratik zekâsı ile burada atacağı 5-10 turun 480 metre yerine 400 metre olmasını hesaplıyor olabilir; böylece hem etrafa anlatırken “Anıttepe’de 10 tur attım” diyebilir hem de 800 metre kâr edebilir.  Halbuki basit bir hesap ile: IAAF standartlarına göre yapıldı ise 1.22 metre genişliği  olması gereken pistlerin ki; normalde 1 metre  görünüyor, Ankara dönüşünde ölçeceğim, son ve sekizinci hattının uzunluğunun=400+2π(r2-r1) olması gerekir. Sekizinci hattın yarıçapı(r), birinci ve 400 metre uzunluğunda olması gereken hattan 7×1,22=8.54 metre fazla olacağından: 2πr=2πx8,54=453.66 (ya da 1 metre ise 444) metre olması gerekir. Yani yaklaşık 30-40 metre, yüzde 7-8 fark var gibi. Tabi burada salınanlar, telefonda olanlar ya da kardiyo yapanlar için bir önemi yok, hatta en iyi koşucular bile sekizinci hatta koşmayacağına göre ne önemi var? Sadece matematik 😀 …Reading MA, 29 nisan 2016

athleticstrack

60 Yılda Nesillerin Değişimi

Filozof Ahmet İnam Hocanın Babası ile ilgili yazısı: Güzel Acı Çekerdi Babam  
Kardeşimin babamız ile ilgili yazısı: Babamız;60 Yaşında Aklımızda Kalanlar
Bizim babamızHayatını bize adamış, bizim mutluluğumuzu kendisininkinden daha üstün sayarak aslında kendinde bizi yaşamış. Anlattığı hikayeleri ondan daha iyi anlatacak bir edebiyatçı tanımadık.  Çalışmayı çok sever, devlet işinin laubalilik kaldırmayacağını inanır. Anne ve baba sevgisi ile kardeş, diğer akrabalara ,sılaya olan sevgi ve değeri biz onda öğrendik. Kabrinin kendi köyünde olmasını istemesi de akrabalarını, köyünü, anne ve babasını nasıl sevdiğinin bir göstergesiydi. Saygılıydı; babamı anne ve babasının yanında onlar otur demeden oturduğunu hiç görmedik.  Bulabildiği tüm gazete parçalarını okur, bulmacalarını çözerdi. Çok  acı çekmişti ömrü boyunca, kimselere belli etmeden. Ondan dolayı bizim okumamızı istiyor, onun çektiklerini çekmemizi istemiyordu. Ömrü boyunca babası dahil kimseden destek görmemiş, her şeyi tırnaklarıyla kazıya kazıya kazanmıştı. 
Onunki: İnsanları ürkütmemeye çalışan, kendi halinde, iç dünyasının derinliklerinde hâlâ yıkılmamış düşleriyle gizli, gizi olan bir insandı. Y
alnızdı. Altın renginde, çok sevdiği, “Parker” marka, değerli bir dolma kalemi vardı. Önünde hep kâğıtlar olurdu, resimler yapardı, şiirler yazardı. Sürekli bulmacalar çözerdi. Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. 

Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister.  Acılarını karşılayabildi. Acılarıyla karşılaşabildi. Onları yaşamaktan kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti.Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acılar babamı güzelleştirdi.  Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta.
Bizim babamız tevellüt 1340, 

Onunki de yaklaşık aynı,

Bizim babamız
işçi, 

Onunki öğretmen subay,

Bizimki Karabük’ten, 

Onunki Sandıklı’dan çıkmış yola,

Bizimki
Karabük’te devam etmiş, İstanbul’da bitirmiş

Onunki İstanbul’da.

Dönem aşağı yukarı aynı; 
Ancak tasvirler yakın,

Nesiller…Farklılıklar

Onlardan öncekilerin ayağında pabucu yok, erkekler savaşlarda, çocuklar öksüz

Duygusal konular söz konusu değil, hayatta kalabilme tek amaç,

Onların ki daha çok yoksunluk, daha çok acı,  

Bizim ki orta karar, sonradan olma,

Çocuklara, her şeyi sağlanmış; ancak duygular değişik,

Torunlara her şeyden fazlası sunuluyor; ancak ne olacağı meçhul,
Daha ötesini tasvire gerek var mı bilemem

5_gen2
dede (1890) -baba (1924)-me (1956)-oğul (1984)-torun (2012)

Not: XYZ ve benzeri kodlamalarla doğum dönemlerine göre ayırımlar ve bu kuşaklara ilişkin pek çok araştırmalar mevcut literatürde.Reading, MA 25 Nisan 2016

ABD Neden Number One…Kaynakları

Amerika tartışmasız dünyanın en güçlü ülkesi, bu dönemde; bilimde, sanatta, iş dünyasında, müzik, askeri gücü… İçeri giriş serbest bırakılsa dünyanın yarısı buraya gelmeye çalışır, her ne kadar Trump mevcutları da göndereceğini söylese de. Nereden kaynaklanıyor bu güç, bu etkenlik ve dünyaya hükmetme durumu? Bakılacak kaynaklar: İnsan, hammadde, coğrafik pozisyon, nüfus ve toprak büyüklüğü, mevcut altyapı, sistem, ekonomik kaynaklar, sermaye, üretkenlik, verimlilik, üniversiteler ve bilimsel kuruluşlar, Ar-ge. Benim ilk aşamada gördüklerim, öğrendiklerim ve kendime göre önem derecesi en yüksek olan faktör: İnsan Kaynakları ve bu vasıta ile ülkeye giren beyingücü ve sermayeyi irdelemek istedim, bu yazıda.

Vernon’un “Ürün Yaşam Evreleri Kuram”ı teknolojik, yenilikçi ürünlerin geliştirilmesi, üretimi, ithal ya da ihraç edilmesini gelişme düzeylerine ve değer zincirindeki yerlerine göre değişik ülkelerdeki evrelerini açıklamaya çalışır1.  Her yıl  binlerce yenilikçi, teknolojik ve çok yüksek kar marjlı ürünlerin devreye girmesi ve bunun ekonomiye olarak müthiş katkısı tahmin edilebilir sanırım. Bütün bu yenilikçi ürünler kim tarafından geliştirilmektedir? 1998 yılında Hindistan Teknoloji Enstitüsü2 mezunlarının en parlak olanlarından yüzde otuzunu ABD’ye kaptırmıştır.  2001 yılında BM tarafından ABD’ye kaptırılan bu beyin göçünün Hindistan’a yılda 2 milyar dolar kaybına yol açtığı belirtilmektedir. 1990 ve 1991 yıllarında yapılan bir araştırmada  bilim ve tıp alanında  doktoralarını bitirenlerin yüzde 88’inin beş yıl sonra hala ABD’de kaldıkları belirlenmiştir.  1990’lı yıllardan beri yaklaşık 900.000 nitelikli çalışanın bu ülkelerden geçici vize programı kapsamında ABD gelmişler3.  Bunlar, kendi ülkelerinin en üst entelektüel seviyesinde ve bilim adamı nosyonunda gençler.

ABD nüfusu 2014 yılı itibarı ile 320 milyon civarında. Normal dağılım eğrisine göre bu nüfusun IQ ve entelektüel olarak ortalamanın üç üzeri standart sapmasında yer alan ve üstün zeka olarak kabul edilen yüzde 0.1’i yaklaşık 300.000 kişidir. ABD tarafından kabul edilen ülkelerinin en zeki insanları ki, sadece Çin ve Hindistan toplam nüfusu 3 milyar kabul edilirse, üstün zekalı yüzde 0.1 ‘i 3 milyon kişi içinden ABD üniversiteleri kriterlerine dayalı sıralama sonrası seçilen bu 900.000 kişi yaklaşık ABD aynı grubun üç katı olarak ortaya çıkmaktadır. Yani ABD şu andaki nüfusunu 3 katı daha ilave edilse bu kadar sayıda teknolojik ve yenilikçi ürün ortaya koyabilecek böyle bir gruba sahip olabilecektir. ABD’ye gelip burada yerleşen ve çoğunluğu belirli süre sonunda ABD vatandaşı olarak ülkede yerleşen bu grubun zeka seviyesi tüm nüfusun IQ ortalamasını yukarı çekerken. bu beyin göçünü veren ülkelerin toplam IQ ortalaması düşmekte, üniversite mezunu ve hatta okuma yazma oranı düşük bu ülkelerdeki araştırmalar, buluşlar ve hatta eğitim seviyesini de düşürmektedir. Diğer taraftan ABD’ye kaptırılan bu beyin göçü sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı kalmamakta gelişmiş ülkelerden de pek çok kişi çeşitli nedenlerle ABD’ye yerleşmektedir. Bu şekilde, ABD katma değeri çok yüksek olan yenilikçi ve teknolojik ürünlerden daha da fazla üretir hale gelmektedir. Bu bir çığ etkisi şeklinde giderek artmaktadır. Bu rakamlara yine kendi finansal kaynakları ile ABD’ye okumaya ya da iş kurmaya gelenlerin oluşturduğu müteşebbis ve genelde zengin ve memleketlerindeki üst düzey kişilerin kattığı, girişimcilik zekası ve bağlantılar, buraya aktardıkları ve bıraktıkları sermaye de eklenince ibre iyice ABD’den tarafa dönmekte.

Yıllar içerisinde bu döngüden yeterince faydalanan USA’de önemli büyüklükte ve milyonlarca araştırmacıyı finanse edebilecek sermaye birikimi, dünyanın en ünlü ve bilimsel açıdan etkin üniversitelerindeki projeler de bu zincire eklenince, kaçınılmaz olarak ABD dünyanın “number-one” ülkesi olarak varlığını sürdürmekte ve bu saadet zinciri kırılmadıkça ki yakın gelecekte mümkün görünmüyor, sürdürecektir… Reading-MA, 24Nisan 2016

Notlar:
1 Vernon’un  Ürün Yaşam Evreleri Kuramı: Kuram konuyu zaman ekseninde açıklamaya çalıştığı için dinamik bir yapıdadır ve ürünlerin yaşam devrelerinin işleyişi bakımından ülkeleri en gelişmiş ülke konumundaki Amerika Birleşik Devletleri (başlangıç / ilk üretim ülkesi), diğer gelişmiş ülkeler ve daha az gelişmiş ülkelerin biçiminde sıralamaktadır. Diğer bir ifadeyle ele alınan ürünün üretimine ABD’de başlanacağını ve zaman içinde üretimin daha az gelişmişlik düzeyindeki diğer ülkelere kaydırılacağını; DDY hareketlerinin böylelikle ortaya çıkacağını savlamaktadır. Dolayısıyla, yeni bir ürün ABD’de az miktarda ve iç pazara üretilir, üretimi ufak çaptadır, ürün gittikçe geliştirilir. Üretim ihracata değil, iç talebe yöneliktir. Bu arada çok pahalı ve öncüdür. Gelişmiş ülkelere biraz, az gelişmişlere de çok daha az ihraç edilebilir. Daha sonra diğer gelişmiş ülkeler de bu ürün lisansını alarak üretime girer. Az gelişmiş ülkeler bu kez ABD yanında bu gelişmiş ülkelerden de ithalata başlar. Yenilikçi firma; daha karlı bulduğundan, içte ve dışta yeni teknolojinin lisansını satmaya başlar. Daha sonra, yüksek maliyetli Ar-Ge gerektirmediğinden ve zaten az gelişmiş ülkeler bu konuda zayıf olduklarından faktör maliyetleri düşük ve telif haklarının da yasalarla fazla korunamadığı az gelişmiş (taklitçi) ülkelere kayar. Yenilikçi ülkede üretim sürer; ancak ihracat artış hızı yavaşlar. Çünkü taklitçi ülkeler düşük fiyatla ihracat piyasalarını ele geçirmeye başlamıştır. Yenilikçi ülkede üretim sürerken, ihracat azalmaya başlar. Taklitçi ülkelerde üretim hızlanır, ihracat gittikçe artar. Sonunda yenilikçi ülkenin iç talebi, yerli üretim yerine ithalatla karşılanmaya başlar. İç üretim hızla düşer. Artık teknoloji bütün dünyaya yayılmıştır. Teknoloji bütün ülkeler tarafından kullanılır hale gelmiştir. ABD ve diğer gelişmiş ülkeler başka alanlarda yine yenilik peşinde koşmaya, yeni mallar bulup üretmeye ve bunların ilk ihracatçısı olmaya devam eder. Özetle, ürünü ilk çıkaran, genelde ABD, bir birim maliyetle ürettiği malı yüz birime satarken, bu evrelerin sonunda taklitçi ülkeler belki bir birim maliyetle ürettiği bu malı belki bir-buçuk birime satabilir (Yardibi C., .Mobilya Sektöründe Uluslararasılaşma ve Rekabet Stratejileri: Türkiye Örneği, Yayımlanmış Doktora Tezi, THK Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara., 2016).
2
Hindistanın teknik konularda faaliyetleri organize eden üst bir organizasyon.

3
http://immigrationtounitedstates.org/390-brain-drain.html

 

60 Yaşında bitmeyen yollar

swr049Çocukken, aklımız ermeye başladığında, herkes gibi otomatik olarak okula gönderildik. Şu ders, dönem, okul bir bitse dediğimi anımsıyorum. Daha sonra kaderin bir cilvesi ya da bir arkadaşımın uzattığı başvuru formu yüzünden askeri bir okula girme. Burada evden uzak ve zahmetli hatta eziyetli bir ortamda geçen sürenin geçmesini beklemek; önce haftalık, sonra bayramlık izin günlerini iple çekme. Bitiminde yüksek okuluna geçiş ve burayı bitirip adam olacağını, işlerin biteceğini zannetme. Sonra diğer adımlara girme; yüksek lisans, atama, kurs vb. Ve bunların biteceği günleri hesaplayarak daha sonra ne yapacağını hayal etme ve rahata erişeceğini zannetme.

Yirmili yaşlarda evlilik… Sonra çocuklar…Çocuklar bir okula başlasa. Başladılar; ilk, orta, lise. Sınavlar sıra sıra…Bir Anadolu Lisesine girse iyilerinden üniversite garanti. Anadolu lisesi zor diyorlar; bakalım nasıl gidecek dersler. Servisler de canavar gibi kullanılıyor, çocuklar bir bitirse şu okulu bir kaza olmadan.  O da bitti… ÖSS sınavında iyi bir puan, üniversiteye girdiler mi, iş tamam mı acaba? Yok daha nerede? Üniversiteyi nasıl bitirecekler? Bu arada kötü arkadaşlar çıkabilir mi? İstenmeyen yollara düşebilirler mi?

Oh nihayet üniversite bitti! Bundan sonrasını kendileri halledebilirler artık. Amerika’da çocuklar 16 yaşından sonra kendi iradeleri ile araba alıp kullanıyor, 18 yaşında ayrı eve çıkıyorlar, bizimkiler de 20 yaşını geçti, mesleği de oldu, artık başlarının çaresine bakarlar? Ama bir de yüksek yapsalar da ileride ezilmeseler. Hem yüksek lisans ve doktora olunca kollarındaki altın bilezikler epey kalınlaşır. O da bitti. Aaa, askerlik unuttuk. Her ne kadar bedelli filan arada çıksa da herkese vurur mu ki? Askere elimizle teslim edelim, acemiliklerini de orada kalarak bekleyelim. Bakarsın bir şeylere ihtiyaç olur. Ondan sonra serbestiz.

Kırklı yaşlarda tabi kendi işimiz devam ediyor. Rütbeler, tatminsizlik, dışarıda çeşitli işler; daha iyi bir iş ve pozisyon bulursak gelecek garanti. Bir de kendi evimiz olsa da kiralara kalmasak iş tamam, araba da lazım tabi ki. Biraz çalışır emekli olur, sonra ver elini bir deniz kenarı; artık balıkçılık mı yapılır, aylak aylak gezilir mi, ya da en iyisi ufak bir bahçe ile uğraşmak, nasılsa serbest kalacağız. Yıllar geçiyor, yaş ilerliyor…

Çocuklar, birilerini bulmuş, getirmiş; bununla evleniyorum ya da evlendim, isterseniz düğünümüzü yapın. Hoppala! Daha dün benim için kız istemeye gitmişti annem-babam. Neyse düğünlerini yapar, evlerine yerleştiririz, sonra serbestiz. Hem arada da onları ziyarete gideriz ya da onlar gelir. Hoop ilk torun! Anne gel. Zevkle…Bir yıl, iki yıl…Diğer torun yurt dışında diyelim Amerika’da doğacak. Nasıl yapacağız, gidilecek. Bu başka şeye benzemez, el kadar çocuk elin yabancısına teslime edilir mi, kreş de olsa.

Yaş altmışa gelmiş, bizim bahçe hala bekliyor bellenecek, tekne de boyanması gerekiyor. Deniz kenarında yürümesi de biraz ertelenecek galiba. Çocukların tayini var, onu da bekleyelim ona göre nihai yerleşim ya da göç edeceğimiz yeri belirleriz. Yurt dışındakiler de gelirse ona göre de elastik olmak lazım.

Yaş seksen, torunlar ne yapacak, ülke nereye gidecek? Nereye yerleşsek? Arada Azrail’in “Bu taraflar çok güzel, buraya yerleşin; hem sıcak su her daim, faturasız hem de bir sürü dost, akraba, meşhur kişiler var” deyişini duyarak. Bahçenin üzerini orman bürümüş, teknenin ahşapları çoktan çürüyüp toprağa karışmış, deniz kenarı romatizmaları azdırabilir.

Keşke Budha’nın yaptığı gibi 29 yaşında her şeyi terk etseydik, 35 yaşında aydınlanır mıydık ki? Ancak Budha eşi ve çocuklarını kendi sarayında refah içinde bırakmış da gitmiş. Biz gidemezdik ki…Reading, Ma, 23 Nisan 2016

Geçtim dünya üzerinden
Ömür bir nefes derinden
Bak feleğin çemberinden
Yolun sonu görünüyor…

Boston-2016

Koşu Dünyasında Boston Maraton’u en prestijli ve en eski bir olay olarak biliniyor. Bu yıl 120.nci Maraton yapıldı ve ben bu olayı bizzat gözleme fırsatı buldum. Boston Maratonu yılda bir kez yapılıyor; “Patriot Day” olan milli gününde. Katılım çok fazla; her yıl yaklaşık 30,000 koşucu start alıyor. Bu yıl da 30,700 katılımcı ile gerçekleşmiş, istatistiklere göre. 100’ncü yılda katılımcı sayısı 38 bin olarak rekor kırmış. Bu istatistikte, bir maraton klasiği olarak bayan-erkek ve yaş gruplarına göre rakamlar verilmiş; ayrıca tekerlekten ve el pedalı ile hareket verilen iki farklı tipte sakatlar için ayrı kategori var. Bir de görmeyenler ve hatta tamamen sakat olanların kendilerini iten biri eşliğinde katılımı da gerçekleşti.

Katılımcı sayısı bilerek 30.000 civarında tutuluyor. Çünkü yaklaşık sekiz ay önceden açılan kayıtlar için her yaş grubunda belirli kriterler aranıyor, başvuranlardan; örneğin 60 yaş için bir önceki yıl, akredite bir maratonu 3:55  altında koşmuş olmak var. Başvuru sonrası her yaş grubu kotasına göre talepler sıralanıp belirli bir puanda kesiliyormuş, bizdeki üniversite giriş sınavları gibi.

Yarışın başlangıç saatinde, bitişe noktasına yakın bir mevkide kendime yer bulabildim; henüz yarışmacıların buraya gelebilmesi için iki saat olmasına rağmen. Nerede ise tüm cadde iki taraflı dolu idi. Amerikanın her yerinden insanlar buraya akın etmiş gibi; ancak tam bir eğlence ve karnaval havası hakim. 2013 yılı bombalama olayından dolayı güvenlik önlemleri artırılmış, çanta ve paketler aranıyor, tipine göre kimlik soruluyor. Yarışın geçileceği caddeler ve bu caddelere mücavir alanlar çevrilmiş. İnsanlar bu iki saati sohbetle geçiriyor bir birlerini tanımasalar bile. Ben de insanlarla konuşarak biraz daha görgü ve bilgimi geliştirmek ve eğer 2017 maratonuna başvurum onaylanırsa bilgi sahibi olmak için yanımdakilere laf attım; gerçi önce onlar laf attılar. Burada tanıştığım her insanın bir hikayesi vardı: İlk tanıştığım 70 yaşındaki bayan torunu ile gelmiş seyretmeye ve daha önce bu parkurda koşan oğlunun hatırasını yaşıyor besbelli.

Curt Brinkman

Bir sonraki bayanın eşi koşuyormuş; 57 yaşında. Geliş sırasına göre en önce tekerlekli sandalyeler belirdi; bu bayan her birini coşkulu bir şekilde alkışlamaya ve bağırarak teşvik etmeye başladı.. Sonradan anlattığına göre 16 yaşında ayakları kesilen kardeşi bu yarışta birinci olmuş, 1980 yılında; hem de iki saatin altını ilk koşan olarak. Bu bayan engelli yarışçılar sonrası ayrılınca yerini Koreli bir bayan kucağında çocuğu ile aldı. Onun da kocası yarışta imiş, 37 yaşında. Eşi Çinli, kendisi Koreli, Chicago’da oturuyor ve yarış için tüm aile buraya gelmiş. Sağ ve sol tarafımda iki aile kız ve oğullarını bekliyor, anlattıklarından. Yine arkamda duran anne-kız ikisi her yıl seyretmeye geliyorlarmış bir eğlence olarak; ellerindeki telefonla tüm yarışçıların nerede olduklarını, ne zaman bizim bulunduğumuz noktadan geçeceklerini etraftan soranlara, sormayanlara naklen aktarıyorlar; seneye de beni takip edeceklerini söylüyorlar büyük bir samimiyetle.

Bu sohbet ve bekleyiş sonrasında ilk yarışçı köşeyi dönüyor, bizim bulunduğumuz yöne doğru; korkunç bir alkış; çünkü gelen engelli biri. Sonra diğer engelliler farklı mekanizmalı araçları ile kimi oturur, kimi tamamen yere paralel biçimde 42 kilometreyi elleriyle geçmenin yorgunluğu ve sevincini yaşıyorlar, kalabalıkla birlikte. Daha sonra ufukta ilk bayan yarışmacı beliriyor; bayanlar daha erken başladığından ilk bayanlar gelmeye başlıyor. Etiyopyalı, incecik biri;Baysa, Atsede, derecesi 2:29:19. İkinci bayağı sonra geliyor, yine Etiyopyalı. Sonra diğerleri hepsi iki-buçuk saat civarında bayağı bir bayan yarışçı; 14.000 bayan katılmış. Sonra yine bir maraton klasiği: Afrikalı erkek maratoncular başlıyor, önlerinde kameralar ve güvenlik arabaları ile; Hayle Lemi Berhanu, Etiyopyalı;2:12:45 derecesi ile. On dakika Afrikalı atletler geçiyor; sonrasında ilk beyaz ve Amerikalı görünüyor: Hine, Zachary.

Bu şekilde onbinler; kimi uzun, kimi kısa; kimi siyah, kimi beyaz, kimi genç, kimi yaşlı, bayan,erkek, görme özürlü, kimi ayakları olmayan, 72 milletten insan seli ve bunları gerçekten gönülden alkışlayan yüzbinler caddelerin iki tarafında; ancak hiçbir taşkınlık ve düzensizlik yapmadan. Bu gruba 3 yıl önce ne adına olursa olsun bombalar ile saldıran iki Çeçen asıllı; yanımda duran 5 yaşında çocuğa, eşi Çinli Koreli bayana, kardeşi sakat Utah’lı bayana, kızı ve oğlu için saatler öncesi buraya gelip o yaşında 4 saat dikilen yaşlı kadını, üç yıllık bir zaman kayması ile beni havaya uçuracak insanlıktan nasibini almamış, ruh hastası kişiler. Kendileri 3 yıldır nefretle anılan ve daha yıllarca anılacak ve mensup oldukları  ırk, milliyet, din, dil gruplarına karşı da insanlığın soru işaretleri taşımasına neden olan ucubeler. 2013 yılındaki bombalamada ayağını kaybetmiş bir bayanın takma bacakla bu yarışlara katılması günlerce televizyonlarda gösterilmesi ve yarış sırasında korkunç alkışlanması hep bu katillerin eseri.

Bu kadar çok katılımcı ve seyirciye rağmen organizasyon muhteşem. Nereden bildin denirse; yarış sırasında bitiş noktasına doğru yürüdüm; düzgün bir sırada her kes bir diğerine yol vererek 30 bin kişi sıra ile suyunu, meyve suyu, battaniyesi, madalyası, yarış son paketini büyük bir sakinlikle alıyor ve sahneyi terk ediyor. Kurulan tuvaletlerde bile bu kadar sayıya rağmen kuyruk yok ki bunu koşulara katılanlar anlar ancak.

İnsan karşılaştırma yapmadan duramıyor; koskoca İstanbul Maratonunda katılımcı sayısı, çoğu yabancı zaten ve seyirciler de çoğu Sultanahmet’teki yabancılar olmak üzere bir avuç…Reading, 18 Nisan 2016

37.nci  İstanbul Maraton; 15 Kasım 2015;  Katılım İstatistik:

Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 83 1.095 1.178
YABANCI 401 1.288 1.689
TOPLAM 484 2.383 2.867

 

60 yaşında her sabah yaşama sevinci

frangipani-hawaii-plumeria-1920x1080-wallpaper396579Yaşam: Okul öncesi, okul yılları, okul bitsin diye bekleme; sonra tayin, evlilik, çocuklar, yurtdışı, çocukların okulları bitsin, emeklilik, yeni işler bulma, ev alma, çocukların evliliği, torunlar…

Bunlar bitince değişik meşgaleler aranır, koşmak, gezmek, zevk için okumak

Sonra artık oturup dinlenmek, düşünmek ve şükretmek zamanı gelir; tabi koşmak, okumak, gezmek ile birlikte. Neleri düşünüp, şükredip mutlu olabilirim diye düşündüğümde, aşağıda sıraladığım ve sürekli yenilerini eklemeyi planladığım listeden her gün rastsal olarak birini seçip mutlu olmayı düşünme fikri geldi aklıma:

Ömür dediğin üç gündür; dün geldi geçti, yarın meçhuldür. O halde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür (Can Yücel).

Bu sabah:

  • Hayattayım
  • Sağlıklıyım
  • Hiç bir hastane ya da doktora gitmeyeceğim
  • Hiç bir ilaç kullanmayacağım
  • Beni seven eşim yanımda
  • Telefon edebileceğim ve Skype ile görüşebileceğim çocuklar ve büyüklerim var
  • Çocuklarım sağ ve sağlıklı
  • Duru var, Selin var, Alp var
  • Torunlarım sağ ve sağlıklı
  • Çocuklardan sağlık ve mutluluk haberleri almak, ya da en azından olumsuz bir telefon, mesaj yok
  • Ben ya da ” off-spring”lerim bilinen 7 binden fazla nadir hastalıktan birine maruz kalabilecek genlere sahip değil
  • Hiç sigara içmedim, eşim ve çocuklarımın hiç sigaraya alışmadı
  • Büyüklerden, “düştüm kalçamı kırdım” ya da benzeri başka önemli bir hastalık haberi almadım
  • Elif inşallah iyileşti
  • İçecek temiz suyumuz var, damacana da olsa, hatta yakınımızda hâlâ pınar var
  • 60 yaşımda maraton koştum, 80’de de koşacağım
  • Ud ve keman çalabiliyorum, eşim de dinliyor
  • Vaktim var
  • Yakınımızda, sitemizde, koşacağımız alan ve Gym var
  • Gerçekten yardıma ihtiyacım olduğumda yanında kalabileceğim ve yardım eli uzatacak akrabalarımız var
  • Üstü, altı, duvarları kapalı sağlam bir evde yaşayabiliyoruz
  • İstersem deniz kenarında bir yere taşınabiliriz
  • Kalktığımda kahvaltı hazır olacak
  • Doğduğum ev henüz yıkılmadan duruyor, istediğim zaman gidip bakabilirim
  • Az-çok idare edebilecek akarım var
  • Kredi kartı ya da kredi borcum yok
  • Arabam çalışıyor
  • Sitenin bahçesi çok güzel
  • Bu yaşta hala hayal ve hedeflerim var
  • 60 yaşımda bazı hayallerimi gerçekleştirebildim
  • Tüm dünyayı gezdim, gördüm
  • Yarın bayram (arife günü için)
  • Görebiliyorum-duyabiliyorum-yürüyebiliyorum-koşabiliyorum-hızlı koşabiliyorum
  • Bir çok badireyi atlatabildim, yıkılmadım, ayaktayım
  • Bu sabah her şey mükemmel, olması gerektiği gibi
  • Torunlarıma bir sürpriz hazırlayacağım
  • İnsanlar bana güveniyor
  • Eşim çok nefis yemekler yapacak
  • İstediğimi yapabilirim, uzun zamandır takipte olduğum Science-Fiction filme gideceğim
  • Blog’uma yeni bir yazı ekleyeceğim
  • Doktora sınıfından 30 yaşlarında arkadaşlarım var
  • Deniz Lisesinden birçok arkadaşım var
  • Çalıştığım onca şirketten bir çok arkadaşım var
  • Beni dinleyen, tavsiye alan, takdir eden gençler var,
  • Birilerine faydam olabiliyor
  • 2025’te Mars’a gidilecek
  • 2030’da yardımcı robot alabileceğim
  • Çocuklarım, torunlarım en az 120 yıl yaşayabilecek
  • Bengaldeş ya da Suriye’de doğmuş olabilirdim
  • Hasta olursam, bana bakacak kimseler var
  • Ölürsem arkamdan dua okuyacak birileri var
  • Bugün birilerine yardım edeceğim
  • Pencereden güneşi görüyorum, karı, yağmuru 
  • Güneş hala Doğudan doğuyor
  • Haberlerde şehit ya da bombalama olayı görmedim
  • Ekonomik krizden bahseden bir yazı henüz görmedim
  • Yapılacaklar listesinde hep yeni ve iyi bir şeyler var
  • ……………………

Aslında fazla da bir şeyler de çıkmadı yaşamdan beklenen 😀

60’ta öğrendiklerim-1: AIG

Madem Amerika’lardayız, biraz buranın kültürünü canlı olarak öğrenelim istedim. Aynı apartmanda yaşayan emekli bir matematik öğretmeni olan Mr. Gil, ile arada sohbet ediyorum, kapının önünde gördükçe. Bu bölgede 1900’lü yılların başında gelen İrlandalıların istenmeyen topluluk olarak görüldüğü aynen Afro-Amerikalılar gibi ayrımcılığa tabi tutulduğunu ondan öğrendim. Bölge dünyanın her yerinden önemli göçler almış; İrlandalılar, İtalyanlar, sonradan Latin Amerikalılar, Çinliler, Hintli, Pakistanlı. Bu nedenle din görüşü olarak da çok farklılıklar var. Gezerken gördüğüm kiliseler hakkında soru soruyorum Gil’e. Katolik kilisesi, Protestan Kilisesi, Unitarian Kilisesi, hatta Korelilerin bile farklı ibadethanesinden bahsediyor. Genelde bu bölgede Katolikler, ABD  genel ortalamasına göre çok fazla oranda. Bu nedenle Reading şehrinde iki Katolik kilisesi varmış. Tüm Amerika’da kendini dindar olarak görenlerin oranı yüzde elliden biraz az. Bunların çoğunluğu Katolik (%20 civarında), ikinci sırada Baptist Protestanlar varmış. Hristiyanlık ile ilgili ayrıntılar bayağı karışık bulduğumdan fazla detaya girmek istemiyorum. 

Reading Kütüphanesi çok güzel ve çok çeşitli dergiler geliyor. İki haftalığına neredeyse tüm dergilerden alıp evinizde okuyabiliyorsunuz. Yine buradaki gazetelere bakarken AIG(Answers In Genesis) diye bayağı uzun bir yazı gördüm; Nuh’un gemisi resimleri vardı. Algıda seçicilik kavramı devreye girdi ve önce televizyon sonra internet üzerinden AIG ile ilgili konulara bakmaya başladım. AIG, kökten hristiyancı bir grup ve genç Dünya yaratılışçıları olarak yeryüzü ve evrenin oluşumu hakkında bilimsel temelleri reddeden, tam tersine İncil’de yer alan hikayelerin bilimsel gerçekler olduğunu savunan bir grup.  Bunlara göre Tanrı dünya ve evreni 6.000 yıl önce MÖ 4008 yılında altı günde yarattı. Nuh MÖ 2.500 yılında dinazorlar da dahil tüm hayvanları ve sekiz insanı gemisine aldı. Diğer tüm canlılar selde yok oldu. Bu konuyu abartarak Kentucy kentinde Nuh’un gemisini tekrar inşa ettiklerini ve bütün hayvanları burada sergileyeceklerini iddia ediyorlar. Nerede ise 5 milyondan fazla hayvan çeşidi, çarpı iki, artı tüm dinazor çeşitleri bir gemide. 

Devamı gelecek….

ABD: Yeni bir gözlem

Robin Bird
Robin Bird

Sabah dokuzda yola çıktım. Nisanın altısı. Yerlerde kar var, hava soğuk gibi; ancak güneş var. Yürümek için ideal bir ortam. Yarı-maraton çalışma planına göre bugün biraz gevşek davranabilirim; haftada bir gün. Etrafta kuş sesleri; zaten önünde yürüyüp kaçmıyor Robin-Birds, sincaplar yol açıyor. ve hemen ağacına tırmanıyor; yüksek ve ulu ağaçlara. Buraların sahibi olduğu iddialarını, Reading’de evlerine astıkları bayraklardan anladığım İrlandalılardan çok daha önce burada olduklarını anlatmak istiyorlar; hafif rüzgarda uğuldayarak, gerçekten konuşuyorlar. Yollar tertemiz, bakımlı. Ülkemiz kalabalık caddelerinden sonra burada terk edilmişlik ortamı yaşıyorum. Önümde uzanan “Summer Street” ismine zıt bu kış gününde bu yayanın ne işi var üzerimde der gibi. Yaklaşık 4 kilometre yolum var gideceğim yere; dört de dönüşü sekiz. Bir saatten fazla yollarda olacağım. Cadde dümdüz olduğundan sonunu bile görebiliyorum. Ne bir insan, ne bir başıboş hayvan. Ne kaldırımlarda park eden arabalar, hatta herkes erkenden işlerine gittiğinden araç bile nadiren geçiyor. “Lale Devri” şarkısını bağırarak söylüyorum, ağaçların uğultusuna karşı. Geçerken bir mağazaya giriyorum, sadece meraktan. Torunlara ufak birkaç hediye bulup kasaya gidiyorum. Koca dükkanda zaten fazla kimse yok. Kasadaki bayanla sohbet ediyorum. Soruyorum: “Yaşınız kaç, mahsuru yoksa?” Bana 76 (yetmişaltı) yaşında olduğunu ve tüm ömrünü bu kasabada geçirdiğini anlatıyor. Kocamı kaybedeli onbeş yıl oldu diye ekliyor.  Altı torunu ve birde torununun çocuğu varmış. İki yerde çalışıyorum diyor; buradan çıkınca başka bir mağazada “part-time” çalışmaya gideceğini söylüyor, gururla. Kırk yaşında emekli edilmiş biri olarak soruyorum: “Mecbur musunuz çalışmaya?” “Birinci neden ekonomik olarak çalışmam gerekiyor; çünkü sigortam %80’ini kapsıyor; geri kalan kısımı için para kazanmam gerekiyor” diyor. İkinci neden: “Çalıştığım zaman beden ve kafa sağlığımı koruyorum” diye anlatmaya devam ediyor, gülerek ve ilgi ile. Benim hakkımda da bilgiler soruyor. Bir müşteri gelince vedalaşıp ayrılıyorum.

Sırada kütüphane var. Daha kapıda, içeri girenlerden biri mutlaka kapıyı tutuyor, geçmeniz için, genç-yaşlı fark etmeden. Kütüphane görevlileri gülerek karşılıyor. İçeride yaşlılar ve “mental retardasyon”  oldukları belli bir grup var. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Tüm dergiler var; Türkiye’de çok pahalı bulduğum, bilim dergileri, yaşam dergileri, gazeteler, kitaplar, DVD, internet. Bir kaç dergi alıp okuyorum.

Oradan çıkıp, biraz yiyecek almak için markete giriyorum. İnsanların yüzüne baktığında muhakkak laf atıyorlar. Çalışanlar ve kasaya geldiğinde oradakiler, muhakkak “Nasılsınız bugün?” diyorlar. Burası bizdeki halk marketleri seviyesinde bir yer. Hafta içi ve çalışma saati olduğundan sanırım genelde ileri yaştakiler çoğunlukta. Market arabası ile reyonlarda karşılaştıkça herkes biri birine yol veriyor, gülerek ve  özür dileyerek. 

Sonra aynı yoldan, bazen de ara sokakları değiştirerek geri dönüş başlıyor. Saat biraz ilerlemiş. Bir-iki koşan var. Zaten yürüyerek giden benden başkasına rastlamadım, geldiğimden beri nerede ise bin kilometre koştuğum bu beldede. Bazen okul çıkışı çocuklar olabiliyor. Bir de okula mücavir caddelerin başını tutan gönüllü yol kesiciler. 

Reading’de bir gün daha çok sessiz ve sakin geçmiş oldu. Tabi buranın güzelliği buranın insanları için. Yoksa bizim gibi sonradan gelip geçenler için, dönüşte ve ara sıra hatırladığımızda iç geçireceğimiz bir hatıra olarak kalacak, sadece… Reading, MA-06 Nis 16 Salı