Sağlık:Testler-Referans Değerler-Çıkar İlişkileri

İnsan öznesine bağlanacak en önemli sıfat sağlıklı, fiil ise yaşamak olduğunu kimse yadsıyamaz, sanırım. Ancak “sağlık” olgusu kaybedilmeye yüz tuttuğunda, tesadüfen daha önceden olmamışsa, önem kazanır, diğer pek çok dünya işleri kargaşası arasında. 

Bir insanın sağlıklı olduğunun göstergesi de, belirli semptomlar henüz ortaya çıkmamış ise, pek az ilgi gören sağlık kontrolleri; kan, idrar vb testler sonucu yoruma açık hale getirilir. 

Ancak esas olay, bir sağlık sorunu, semptomu ya da kontrol amaçlı yaptırılan test sonuçları alındıktan sonra başlar.  Bir ya da bir kaç sayfa halinde önümüze sürülen yabancı isimler ve kısaltmalar karşısında yazılan bu rakamlar, referans aralıklarını kim, nasıl ve neye dayanarak yorumlayacak, buna göre ilaç verecek, ileri tetkikler isteyecek, belki de acil tedavi ya da ameliyata yönlendirecek. Yaptığım literatür taramaları, başımdan geçen olaylar, etraftan gelen duyumlar sonucu bu noktada akla gelebilecek konular:1. Bu testlerden çıkan rakamların güvenilirliği: Bir keresinde bana verilen sonuç kağıdında yazılan ve çok kötü sonuçlara yorumlanabilecek bir değerin limitlerin epey ötesinde olduğunu gördüğümde internet üzerinde yaptığım araştırmaya dayanarak epey endişelenmiştim. Ertesi gün bu sonucu ilgili doktorla paylaştığımda bu testin bu hastane laboratuvarında hep yanlış ölçüldüğü,  test markeri olarak kullanılacak malzemenin ödenek yetersizliği ya da personel ihmali sonrası, bu nedenle de dikkate alınmaması gerektiğini söylediğini dün gibi hatırlıyorum. Bu noktada test sonuçlarını ölçen aletlerin kalibrasyonu, kullanılan yardımcı malzemenin kalitesi, geçerliliği, alınan örneğin düzgün muhafaza edilip edilmediği, numunelerin karıştırılmadığı gibi pek çok etken devreye girmektedir, 2. Madde 1 tamamen düzgün yerine getirilmiş ise bu kez de test sonuçlarının karşılaştırılacağı referans aralıkları, bunların güncelliği, doğruluğu,  3. Hepsi tamam ise bu kez de çıkan sonuçların yorumlanması. Burada  yüzlerce sonucun birbiri ile korelasyonun düzgün yapılması çok önemlidir ve bu konuda insanoğlu kapasitesi ve ilgisinin, kısaca doğru değerlendirebilme yetisinin kısıtlı olacağı aşikârdır. Bu noktada artık DDSS (Diagnostic Decision Support System) adı verilen sistemlerle yük, kesin bir doğruluk ve sürat içerisinde bilgisayarlara aktarılmaktadır, 4. Bu aşamada geçildi ise bu kez tedavi kısmı ayrı uzun ve ayrı bir yol.

En yaygın ve ölüm nedeni en yüksek konular kalp ve damar hastalıkları, diabet ve kanser, bu dönemde. Bunların teşhisi içinde başlangıçta yapılabilecek testler ise kolesterol, kan şekeri ölçümü, EKG ve tansiyon. Bu kapsamda görünür semptomlar ayrıca hemen faydalanabilinecek ve test gerektirmeyen olgular: Kilo, sigara ve benzeri kötü alışkanlıklar, genel görünüm vb. Bunların yanında olayın içine girdikçe yüzlerce ve hatta binlerce ilave testler, görüntüler (MR, röntgen vb.) gündeme gelmekte. Ancak geçtim bu detaylı konular ana konularda bile tıp ve bilim dünyasında bir kargaşa var. Komplo teorileri, “Big Pharma” denilen ve yapılan araştırmaların büyük bölünü finanse eden, genelde ABD ve UK kökenli ilaç firmalarının bu raporları manipüle ettirecek güce sahip oldukları çok yaygın. Özellikle kolesterol ve kan şekeri değerleri yıllar içerisinde değiştirilmekte, doğrusu sürekli ilaç yazabilme aralıklarını genişletecek şekilde yeniden ileri sürmekteler. Bu konuda bizdeki Cana Karatay, Ahmet Rasim Küçükusta gibi bir takım cengaverler gibi Batı dünyası ve ABD’de de bir çok kişi kuruluş komplo teorilerini delilleri ile kitaplarda, internet sitelerinde yazmaktalar.

Ayrı başlıklarda ayrıntıları ile incelenecek olan bu konuya giriş olması açısından, örneğin kolesterol ile ilgili referans aralıkları ve “Statin” denilen ve çok yaygın olarak kullanılan, bir kaç ilaç firmasını zengin eden konudaki gelişmeleri, sonra da kan şekeri ve tansiyon referans değerlerindeki oynamaları burada belirteceğim.

Canan Karatay Hanımefendinin yıllar boyu, bizdeki diğer uzmanların(!) görüş ve önerilerine tamamen zıt olan açıklamaları bu kapsamda çıkan araştırma yazılarında çok önceden beridir yer almakta ve gittikçe de önem kazanmakta.
Kolesterol:  ATP (Adult Treatment Panel) tarafından belirlenen ve başta ABD olmak üzere dünyada referans olarak en fazla gözönünde bulundurulan rehberde kalp krizi riski bulunan kişilere ait kabul edilen LDL (Kötü kolesterol) seviyeleri yıllar itibarı ile azaltılmış ve bu yolla her aşamada milyonlarca kişi riskli alana kaydırılarak “Statin” kullanmaya teşvik edilmiş.

Panel Yıl LDL Kalp krizi riski yüksek olan insanların hedef LDL limitleri
ATP I 1988 ≤130
ATP II 1993 <130
ATP III 2002 <100
ATP III ilave 2004 <70

Diabet, tansiyon ve Diğer testlere ilişkin referans değerlerinde de yıllar içinde ilaç firmaları lehine oynamalar yapılmış. Bu panelde yer alan kişilere ait bilgiler güçlükle açıklanmaya zorlandığında ortaya çıkan sonuç çok büyük şüphelere neden olabilecek şekilde 15 kişiden sadece ikisinin bağımsız olduğu, paneldeki diğer kişilerin hepsinin araştırma kapsamında “Big Pharma Firmalarından” destek aldıkları şeklinde gerçekleşmiş.

Bir sonraki yazıda kolesterol ile ilgili , eksik-yanlış bilinenleri ve yeni ortaya çıkan, yazılan konuları  derlemeye çalışacağım. Ankara, 18 Aralık 2017

Töbe Töbe, Bu Yaşta…

 Hidekichi Miyazaki imitates the pose of the Olympic champion Usain Bolt after competing in the Kyoto Masters competition in Kyoto. Miyazaki’s time of 42.22 seconds earned him a place in Guinness World Records
Hidekichi Miyazaki, 105-year-young, imitates the pose of the Olympic champion Usain Bolt after competing in the Kyoto Masters competition in Kyoto. Miyazaki’s time of 42.22 seconds earned him a place in Guinness World Records.

105-year-old Japanese man sets new 100-meter sprint record
105-year-old man sets record by cycling more than 14 miles in an hour
100-year-old woman shatters 100 meter dash record in Chesnee 

Yer: Merzifon,
Zaman: 21. nci YY. Bazıları Mars’a adam göndermeye ve koloni kurmaya hazırlanıyor; genetik alanında geliştirilen teknolojilerle insan genomu “edit” lenerek doğuştan ya da sonradan mutasyonla gelen hastalıklar düzeltiliyor, robotlar, AI kapıda...

Merzifon çok eski bir yerleşim yeri ve genel olarak modern bir köy. Misafir kaldığım evden askeriyenin zamanında özene bezene düzenlediği; zamanla  da bakımsızlıktan bozulmuş olmasına rağmen, yine de yollarda koşmaktan daha zevkli, en önemlisi de emniyetli ve fakat kimsenin uğramadığı koşu yoluna doğru yollandım. Çevrede yer yer çam ağaçları var, koşu yolu ayrılmış, 750 metre, inişli-çıkışlı; zemin kumlu, yer yer kumlar uçmuş toprak kalmış; kısaca memleket ortalamasının çok üzerinde özellikte bir yer. Yoldan ve evlerden uzak ve çevrili bir yerde tek başına koşmanın zevki ile programımı tamamlıyorum.

Dönüşte, kaldığım ev ile koşu yeri arası altı-yediyüz metre, oradan dönüyorum. Son metrelerde gayet normal olarak (!) OTURAN ve geyik yapan iki ihtiyarın yanından geçtim, tam da eve girmek üzere iken. Arkadan “Adama bak, bu yaşta koşuyor!” cümlesini duydum, bu ikiliyi 5-10 metre geçtikten sonra. Deneyimli ve şerbetli olduğumdan genelde koşarken laf atanlara, üzerime araba sürenlere, geçmeyeyim diye baraj kurarak yürüyen tiplere fazla rağbet etmemeye çalışırım. Eskiden bunlarla uğraşırdım, ancak artık anladım ki bunun bir faydası olmadığı gibi kendime de zarar potansiyeli var; kültür bu, insanlar böyle; kabul etmek gerekir.

Bir-iki saniye ne yapayım diye düşündüm: Geri döndüm. Bakkalın önünde bir yaşlı amca oturuyor, bastonuna dayalı, gözlüklü ve kafada klasik Anadolu beresi; belli yürüme sorunu var; diğeri ayakta tipik yurdum insanı göbekli. Arkamdan ne konuştunuz diye sordum. İlk önce durakladılar, inkar edecek oldular. Sonradan benim ısrarım ve olaya alaylı yaklaşımımı hemen kavrayarak söylediklerini kabul ettiler ve “hayret nasıl duydun o mesafeden” diye de eklediler. “Amca” dedim gülerek, bir: Gıybet yapıyorsun (bu çok acı gelen bir laftır yurdum insanına, her daim başkaları hakkında konuşmalarına rağmen asla kabul etmezler), iki: Spor herkese her yaşta lazım. Yanda dikilen anladı olayı ve doğru gibilerinden bir şeyler mırıldandı. Bu dedi, evini elle gösterdi 50 metre ileride, yürüyerek gidemiyor, nefesi yetmiyor, bastonla bizden destek alarak anca arada bir gelip güneşleniyor burada. Sigara mı içiyorsun diye sordum: Evet eskiden içiyordum dedi. Belli ki KOAH, yine de her türlü sağlıksız hareketleri destekliyor: Sigara içiyor, sporu kınıyor, hiç yapmadığı, anlamadığı, genlerinde olmadığı halde. Ardından bilmiş bir şekilde yetmiş yaşında nasıl koşacaksın diye alay ediyor, kendine olan sonsuz güvenle. Hiç bir okula gittin mi diye sordum, ömründe hiç kitap okudun mu, hiç spor yaptın mı, gibi devam ettim. Tabi tüm yanıtlar geriye doğru bir kafa sallama şeklinde geliyor. Seksen yıl sadece yaşamını sürdürmüş, etrafı dumanlayarak ve eleştirerek sürekli, gıybet yaparak. Yine de iyi bir rakam, seksen yaş! Yetmiş yaşımda da koşacağım, seksen de de, senin gibi başkalarına muhtaç olmamak ve topluma daha az zarar vermek adına dedim. Ancak  Onur Caymaz “Entellektüelinden otobüs şoförüne dek herkes sonsuz özgüvenle yaşıyor artık. Ülkemde yaşadığım kırk yılın hiçbirinde bunca özgüven patlamasına tanık olmamıştım. Bunun sebebi gittikçe cahillik batağına saplanmamız sanırım. Zira bilmeyenlerin tüm bildiklerinden emin olduğunu; bilenlerin de hiçbir bilgisinden emin olmadığını biliyoruz. Bilmenin, düşünmenin doğasında var bu. İnsan bildikçe cahilliğini anlar.”   yorumu aklıma geldi bu arada, benim 2015 yılında yazdığım yazı ile birlikte

Dünyanın başka hiç bir ülkesinde olmayan erken yaş emeklilerin doldurdukları kahvelerde oturanları, buralarda her türlü yamuk pozisyonlarda oyun oynayanları, hatta bunu kumara çevirenleri, kapalı yerlerde sigara içmenin yasak olması üzerine, açık bir alanı cam kapama yapıp, “SİGARA İÇİLEBİLEN KAPALI ALAN” yaratan yine sadece bizim kültürün üretebildiği cinlikleri eleştirirken, bunların oturdukları yerden spor ya da başka faaliyet yaparak vaktini değerlendirenleri eleştirmeleri garibime gitmedi nedense!

Halbuki spor yapmamakla hem kendi sağlıklarına, hem etrafındaki çoluk-çocuk ve torunlarına hem tükettikleri sigara ile aile ve ülke ekonomisine, hem işgal ettikleri hastaneler ve kullandıkları ilaçlarla, normal insanların sağlık kotalarına zarar vermekte olan bu kişilerin büyük çoğunlukta olduğu bir ortamdan,  “Bu yaşta adama bak spor yapıyor” yerine: “Bu yaşta kahve köşelerinde ya da AVM’lerde boş boş oturuyor, adama bak!” diyen, yazının başındakine benzer fakat Türkçe ve “Bir Türk” diye başlayan, koskoca Kıt’alar arası İstanbul Maratonuna sadece bin kişi yerine kırk binlerin katıldığı haberlerinin yer alacağı bir kültüre geçsek daha iyi olmaz mı?
Son soru: İleride böyle bir olasılık var mıdır acaba? 

Not-1: Yorumlarınızı bu yazının altında BİR CEVAP YAZIN-YORUM kısmına yapabilirsiniz,
Not-2: Bu yazıyı sevdiklerinize “FORWARD” edebilirsiniz.

Uzun Mesafe Koşu Omurlararası Disklere Faydalı

RunningScientific Reports’da yayınlanan yeni bir araştırmaya göre insan omurlar arasındaki disklerin (intervertebral discs) belirli egzersizler sonucu güçlenebildiği, ilk defa olarak ortaya atılmıştır. Geçmişte disk dejenarasyonu belirli egzersiz türleri ile ilişkilendirilmiş ve hiç bir zaman omurga disklerinde sağlıklı bir gelişim olayı ile ilişkilendirilmemişti-birçokları için imkansız olarak düşünülen bir olgu.

Araştırmacılar “bazı yazarların disk metbolizmasının insan ömrü boyunca yapacağı egzersize anabolik olarak cevap vermede çok yavaş kalacağını öne sürmekte olduğunu belirtmekte ve fakat “bu araştırmada kadın ve erkeklerde sürekli koşu egzersizlerinin daha iyi disk yapısı ve gelişimi ile ilişkili olduğunu ortaya koymuş bulunmaktayız.” şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.

Araştırmanın lideri A.Prof. Daniel Belavy (Burwood Avustralya-Deakin University, School of Exercise and Nutrition Sciences) ve arkadaşları “dokuların üzerine yüklenen yüke adapte olacağını bekliyorduk” diye yazmışlar. Omurga diskleri için ise, hangi tip egzersizin potansiyel olarak yarardan çok hasar bırakacağı konusunda yeterli veri toplanmıştır. Golf gibi bir spor için-omurganın bükülerek eğilme durumunda kaldığı- genelde disklere hasar verici yük etkisi olacağı düşünülmektedir. Bu bilgi omurlar arası disk sağlığı açısımdam hangi faaliyetlerden kaçınmamız gerektiğini belirtmekte iken, egzersiz ya da mutat fiziki faalietlerin bu riskleri güçlendireceği konusunda bilgi sunmamaktadır, diyor bu yazıyı kaleme alanlar.

Hayvan disk hücreleri ve dokuları kullanılarak disklerle ilgili olarak daha önce elde edilen veriler, disk yüklemesinin faydaya neden olabilecek bir anabolik kapı olabileceğini önermektedir. Koşu bandında yapılan koşu ve yararlı disk etkisi arasındaki ilişkiyi ortaya koyan kemirgen deneklerle oluşturulan modeller çeşitli faaliyetlerle ilgili insan diskleri arasındaki baskı verileri ilişkilendirilmiş ve Belavy ve arkadaşları “düzenli olarak ve dik bir şekilde egzersiz yapan insanların çok daha iyi disk arası doku kalitesine eriştikleri” hipotezini ortaya koymuşlar.

Disk kalitesi koşu yapanlarda sağlıklı fakat aktif olmayanlara göre daha yüksek T2 süresi ile belirlenmektedir. Dahası, hangi tip aktivitelerin disklere faydası olduğunu anlamak için fiziki faaliyet ve omurlararası disk kalitesi arasındaki ilişkiyi ortaya çıkardıklarını belirtiyor, araştırmacılar.

Beş senenin üzerinde bir sürede, 25 ve 35 yaş arası kadın- erkek bir grup araştırmada kullnıldı (n=79). Bunlar spor yapmayanlar (24) haftada 20-30km jogging yapanlar ( 30) ve 50km üzeri koşanlar (25) şeklinde gruplardan oluşmakta idi. Bu araştrımada klasik cinsiyet, vücut kitle indeksi ile birlikte T2-süresi ölçümü ile birlikte bel bölgesi (lumbar) kas yapısı izlendi.

Hayvan deneklerle yapılan çalışmadaki anabolik omurlararası disk sonuçları ile karşılaştırılarak, araştırmacılar jogging ve uzun-mesafe koşucularının aktif olmayan gruba göre önemli bir büyüklükte olmak üzere daha yüksek T2-süresi ile belirlenen daha iyi sıvı ve glikozaminoglikan oluşturdukları gözlendi. Uzun-mesafe koşucuları nın ayrıca , joggerslara ilave olarak vertebra gövdesine göre daha büyük omurarası disk yüksekliğine, L3/L4 arasından L5/S1 arasına kadar ölçülen bir özelliğe sahip oldukları ortaya çıkarıldı.

İlginç bir şekilde, koşu, koşmak omurga üzerine sürekli yük bindirmekte ve bu da genel olarak omurga alt kısımlarında disk bozukluklarına neden olduğu söylenmekte iken, bu çalışmada ise koşucular aktif olmayan deneklere göre çok daha sağlıklı omurlararası disk özelliği göstermenin yanında bu etki alt bölgelerde en fazla rastlanan bir durum olarak ortaya çıktı. Araştırmacılar tarafından bu durum koşu esnasında vücut ağırlığı nedeni ile sürekli omurgaya yük bindirilmesinin gerçekte omurganın alt bölgesindeki diskler için yararlı etki yapabileceği şeklinde değerlendirildi.

Araştırmacılar bu çalışmanın egzersiz protokollerinin ve fiziki aktivite profilelerrinin insan omurlararası disk anabolizması etkisinin daha iyi belirlemesi için “ilk adım “olarak değerlendirmişlerdir. ..Merzifon,17 Kasım 2017

Tercüme: Spinalnews International 21 April 2017

Not-1: Yorumlarınızı bu yazının altında BİR CEVAP YAZIN-YORUM kısmına yapabilirsiniz,
Not-2: Bu yazıyı sevdiklerinize “FORWARD” edebilirsiniz.

Eymir Göl Koşusu

Ankara’nın koşucularının heyecanla bekledikleri an sabahın erken saatlerinde Eymir’de başlayacak bir tur demektir; mevsime göre kâh karanlıkta, kâh sıfırın epey altı soğuklarda.  Koşu şekilleri oluşturulmuştur çoktan:  Çalışanlar için  hafta sonu oluşturulan gruplar,  bazen arkadaşlarla, bazen hemen orada oluşturulan birliktelikler ve bazen de  tek başımıza, kimi zaman buz tutmuşken, kimi zamansa Eymir’in meyve ağaçları çiçeklenirken ama çoğunlukla hep erkenden gölün kıyısında buluruz kendimizi. Yabancılar sanki daha bir önem veriyorlar ve koşuyorlar. Fakat hangi şekilde olursa olsun mutlaka çok erken koşmak gerekir: Öğleye doğru akın akın piknik yapmaya yada ille de tüm yolu kaplayacak şekilde yayılarak gezmeye gelenler,  gruplar halinde bisiklete binmeye çalışanlar ve nasıl bir zevk ise araba ile tur atmaya gelenlerin kurdukları barajlara takılmamak için. Hangi kapısından başlanırsa başlansın, 10.5 kilometrelik parkuru tamamlamadan Eymir’den çıkamayız; zaten arabamızı park ettiğimiz yere erişmek için en az bir tur atmak gerekir.

eymir6

Ankara’nın sporcuları yine iyi bilirler ki, Eymir bu kentin tüm sakinlerine ama en çok da kendilerine ayrılmış özel bir köşesidir. Gölü ve onu çevreleyen patikaları arşınlamak bizler için sadece bir hedef değil aynı zamanda bir ayrıcalıktır da. Başkaca da bir güzelliği, koşu imkanı yok gibidir bu kocaman ve baş şehirde;  ODTÜ tarafından oluşturulmuş bu cennet olmasa…

İşte bu yüzden Eymir’e sahip çıkmak, doğasının bütünlüğünü korumak, hepimiz için bir yaşam alanı oluşturan gölün ve çevresinin yapılması planlanan yollarla dokusunun bozulmasına karşı hep orada olacağımızı göstermek için EymirGöl Maratonu’nda buluşuyoruz, 12 Kasım Pazar sabahı, ORDOS tarafından organize edilen bu olay için.

Eymir Gölü çevresi bir tur yaklaşık 10.5 K, iki tur 21K ve dört tur 42K olarak tam bir hazır parkurdur; yükseltiler de fazla değildir: Bir turun yaklaşık yükseklik kazanımı 100 metre olarak saatimde hesaplanıyor.  Bu nedenle her türlü koşu organizasyon için büyük kolaylık sağlar.

Aynı gün, 12 Kasım, İstanbul Maratonu (Gerçi Türkiyenin en büyük maratonu olarak lanse edilen bu olaya katılımda çok az ve yıl geçtikçe bu sayı düşüyor, özellikle de Türk Bayan Maratoncu erimiş) 1  ve olayın çok geç organize edilip duyurulması nedenleri ile katılımın çok fazla olması beklenmiyor; butik tarzı bir koşu olacak. Önce saat sekizde maraton  onda yarı-maraton ve on birde ise son olarak 10K yarışları başlayacak. Kayıt olup, koşu numaralarını aldıktan sonra benim katılacağım yarı-maraton için bekliyorum. Yirmi gün önce Kapadokya Ultrada 60K koştuğum için yarı maraton daha mantıklı; zaten yine geç haber alındığından maraton için hazırlık fırsatı olmadığından zorlamamak gerekli diyor uzmanlar. Yaklaşık otuz kişi var her yaştan.
 İstanbul Maraton Katılım:  Erkekler: Başlayan 1620, Bitirebilen : 1483, TUR:1067, Yabancı 416 –  Kadınlar: Başlayan 268, Bitirebilen : 222, TUR:82, Yabancı.140.

Gerek çapı, gerek bilinirliği gerekse yeniliği nedeni ile koşu derecesi ve seyri fazla önemli olmadığından koşu detaylarına fazla girmek istemiyorum. Zaten önde gelen atletlerin İstanbul’da olması nedeniyle fazla iddialı ve sürükleyici koşucular görünmüyor ortalarda. Hava da çok müsait koşmaya. Ne güzel: Sakin, huzurlu bir koşu olacak gibi. Çıkıştan hemen sonra en önde oluşturduğumuz üç kişilik grupla 6-7 kilometre gidiyorum. Sonra bizim gruptaki bir genç ileri atılıyor ve ilk tur sonunda dördüncü pozisyonda önlerdeyim. İkinci turda ilk turda önde gidene yetişiyoruz baştan beri koşu arkadaşım kalan genç kızımızla. Yarış sonuna doğru yanımdaki gence yol veriyorum ve fazlaca bir ölçüm teknik ve doğruluğu bulunmayan yarışı iyi bir derece ile ve çok rahat bir şekilde bitiriyorum. Artık uzun kilometreler koşmuş biri olarak bu mesafeler fazla görünmüyor gözüme: Sadece yirmi kilometre mi? Geçerken bir koşayım antrenman olur diye hava atabiliyorum kendi kendime tabi. Bu arada dört yıl önce koşmaya, henüz yeni başladığım dönemde; 10K nasıl koşulur diye endişe ederken, nasılda uzun ve zor bir olay olarak gözüme büyüttüğüm geliyor aklıma, yarı-maraton denince… Ankara, 12 Kasım 2017…

!!!!!!!!!!!!!   Ana Sayfa için buraya tıklayınız   !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

 

Cappadocia UltraMarathon-2017 Running Report

We are under the Cappadocia Ultramaraton Starting Point-Arch  at 6:30 in the morning at Ürgüp, Cappadocia. The race start time is 07:00.  Two-group starts running: 60K and 110K. I will run 60K. The weather is cold 5-6 degrees and dark yet. However, due to the temperature to rise above 20 in the afternoon, I am wearing a light T-Shirt. Somebody set a fire nearby and we are getting some heat.

Ultramaraton is not only a healthy lifestyle or a longevity key, but  it is a philosophy in the developed societies (2017 Cappadocia-Ultra 114 Km from 150 people, only 45 from Turkey, while  Romania 9, Poland 8, Russia 8, France 7, Greece 7, United Kingdom 7, Belgium 6, Japan 6 ………). Cappadocia UltraMarathon: There is no such a place to run around the world: terrain, panorama, history, weather… Even the most famous ones :Spartathlon, Mont Blanc, Western State, South Africa do not have so many natural beauties according to the participants. Meanwhile, Salomon Cappadocia Ultra Trail has entered the ultra-Trail World Tour (UTWT) calendar, where the most prestigious events of the world can take place since 2017, and for that reason many foreigners have been attracted here only for running in this event.

startThe race started just on time at 07:00 sharp. We, 450 runners,  all started to climb up toward Ürgüp exit with a great joy.  The sun just rising There are quite a few tourists in Cappadocia even in this season. The baloons  already have taken off in the air in fornt of us carrying the tourists who want to  watch the sunrise over Cappadocia magical view background; what a landscape: fairy chimneys, balloons, houses carved into the rock on the sides of Urgup.

Let’s get back to race: At first, there is no fatigue yet, we are all fresh. That’s why everything looks perfect. The first stage is about 10.6 Km within the whole plan to take about 8-9 hours for myself. When we arrived the first CP (Refreshment Point) İbrahimpaşa, everyone who fascinated by the air, the scenery, the psychology of the event  telling each other that it was so good to participate the event and run in. But the climbing had not yet begun.

 49586015

When we look at the running course and altitudes, we see that all the cities have been visited as a full Cappadocia Tour. But not using the normal driving roads, instead by climbing up to the steep uphills, going dangerous downhills, passing under the rocks that are carved under fairy chimney. Up to Uçhisar there will be 15 Kilometers and two more hills are waiting. Uchisar was founded at an altitude of 1500 meters. When we come to the skirts of this hill, everyone started to walk. When we approached to CP, a delightful smell spread around. When I searched around to find the source of this smell  I saw one of the most beautiful flower gardens I’ve seen till today.

6104_Cappadocia_Tour

After having refuled and got some rest  at Uchisar CP, we set off for the third stage, which is relatively an easier one. I arrived Göreme quickly, because of the short distane abut 7 Km; what goes up must come down. But it is not flat in the ups and downs: Stoney, sandy; in some places you can only descend with the help of rope or stairs. It seems that everything goes according to plan. But, the next stage between Goreme and Çavuşin is getting to be tough because of fatigue of 30 more Km, increased temperature and terrain. And the plans starts limping. When I arrive CP in Cavusin, at Km 44,  the frustration covers by the effect of being both tired and lagging behind scheduled target time. For a moment, some cells in the cortex of my brain cast a fishing line thinking “these roads will not be ended, quit the race”. But I must complete the adventure and cannot quit now because of  so much expenses, heavy training and exercises, promises. A few meters away from Cavusin I hit the a wall, namely Akdağ means White Mountain. Mamma mia,  What on earth is that? But I have to pass over it. Running aside going up by walking is very hard.  If we stumbling on a rock or other obstacles which there are abondance around, you can imemdiately find yourselves at the bottom of the mountain. Some runners carrying skier’s batons, officially we are performing mountaineering. The climbs I thought would end up on the top of the wall but after every climb we find ourselves in front another height to climb.

capp
Clipboard01

Finally climbing finishes and I started to ascend and arrived at final CP exhausted. My PL (personel Longest) was Fifty kilometers before and run only once at Iznik ultra.  After a little bit of restig and fueled, I forced myself to get to go for final 10K with my cramp ready legs and aching feet. After a few kilometer I saw Urgup, where the finish point set up. My stomach is full of water and coke mix making slopping sounds. Suddenly I realized that the road signed as our route turning away from Urgup; that was frustrating. But finally hearing from the words from a young man running opposite us, who already finish the race and coming back to find his friends:“Hang on, last kilometer” I rejuvenated.  Last  part was downward but cobbled. When I realized that this was gonna end of the story I started to sprint and arrived the finish line, exhausted but satisfied, without having any injury, cramp. That was my new PR  as a longest run, 60K.

DSC_1894

Once more, I am very happy being  participated this nine hours, sixty one kilometer and 1800 meter climbing run  with a motto “ meglio tardi che mai” motto . 

DSC_0371
EFE_9370_1680x1120
DSC_0231_1680x1120

Cappadocia-UltraMaraton 2017 Koşu Raporu

Sabah 06:30’da Cappadocia Ultramaratonu1 başlangıç takının altındayız. Yarış başlama saati 07:00. Bu grupta iki mesafe koşacaklar bekleşmekte: 60 ve 110K, ben 60K koşacağım.  Hava soğuk 5-6 derece. Ancak öğlene doğru 20’nin üzerine çıkacak sıcaklık nedeniyle kısa kol T-shirt ile soğuktan kurtulmak için zıplarken birisi yanımdan geçerek sıranın ilerisine doğru kibar ve çekingen hamleler yapıyordu.  Yurtdışında yarışlarına katılanlar bilir:  Hem katılım çok hem de kurallara uyanlar çoğunlukta olduğundan, başlangıç düzeni için  sınıflama yapılır sür’ate göre ve her fani (varsa katılan Türkler hariç) bu çizgi ya da bölgede olaya başlar. Bizde genelde bir kargaşa ve sonradan gelenlerin omuz atarak ve “Ahmet orda mısın” nidaları ile öne atılanların çoğunlukta olduğu  bir manzara görülür. Ben de bu yeni gelen genci (40-yaşlarında) bunlardan biri zannettim, fakat daha önceki deneyimlerimden fazla da karışmayıp kenara çekildim, geçti gitti önlere.   1 Ultramaraton yarışları, maraton mesafesi 42.195Kilometreden daha uzun koşulara verilen isim.

Aykut ÇELİKBAŞ: 1 Ekim 2016 246  kilometrelik SPARTATHLON YARIŞI Bitiş Simgesi Kral LEONIDAS Heykeline Dokunuş: Ne büyük başarı & mutluluk!
Aykut ÇELİKBAŞ: 1 Ekim 2016 246  kilometrelik SPARTATHLON YARIŞI Bitiş Simgesi Kral LEONIDAS Heykeline Dokunuş: Ne büyük başarı & mutluluk!

Sonradan anladım ki bu elit sınıfı koşucu en üst seviyeden biri olarak öne geçmek, önde başlamak hakkını kullanmakta. Bunu nasıl anladım: Koşu sonrası müteakip ultralar için daha bilimsel ve etkin bir şekilde hazırlık yapabilmek maksadı ile literatür taraması yaptım ve “UltraKitap” adlı bir kitap aldım. Ve gördüm ki benim yanımdan süklüm püklüm geçmeye çalışan bu zayıf görünümlü kişi, Aykut Çelikbaş,  “Atina-Sparta arasındaki 246 kilometrelik SPARTATHLON yarışına katılmaya hak kazanan ilk Türk ve bu yarışı üst üste üçüncü kez tamamlayan kişi imiş (ki bunun olasılığı %5, yani dünyaca ünlü 100 ultracıdan sadece beşi bunu 3 kez üst üste bitirme kapasitesine sahip.)  

Bu olaydan  bir gün önceki kayıt ve faaliyetler esnasında bu tip garip(!) arkadaşlara rastlamak ayrı bir zevk. Bunlardan biri de bir hafta önce yine Spartathlon’da 246 K, 32 saatte bitiren Mert Derman: Ankyra spor klübünden beraber koştuğum arkadaşım. Kendisi mütevazi bir şekilde “recovery2” maksatlı 110 K yazıldığını söylüyor. Bir haftada toplam 356Km koşmuş olacak, arada da ilave “recovery” koşuları yapmadıysa.                                                         2 Recovery  zorlu koşuların sonrasında yapılan toparlanma koşusu 

Ultramaraton olayı sadece bir sağlıklı yaşam ya da uzun yaşamanın anahtarı olarak değil bir felsefe olarak yaşanıyor gelişmiş toplumlarda (2017 Cappadocia-Ultra 114 Km yarışına katılan 150 kişiden, sadece 45’i Türkiyeden, Romania 9, Poland 8, Russia 8, France 7, Greece 7, United Kingdom 7, Belgium 6, Japan 6………). Halbuki böyle bir koşu parkuru dünyada başka hiçbir yerde yok: Zemin, doğa, manzara, tarih, hava… En meşhur Spartathlon, Mont Blanc, Western State, Güney Afrika gibi ultramaratonlarında bile bu kadar çeşitli doğal güzellikler olmadığı katılanlar tarafından aktarılmakta. Bu arada resmi adı ile Salomon Cappadocia Ultra Trail 2017 yılından itibaren dünyanın en prestijli koşularının yer alabildiği ultra Trail World Tour (UTWT) takvimine girmeyi başarmış ve bu nedenle de pek çok yabancıyı, nispeten, çekmiş buraya.
start
Yarış başladı tam zamanında. Hepimiz, yaklaşık 450 koşucu zevkle tırmanmaya başladık Ürgüp çıkışına doğru. Güneş henüz doğuyor. Kapadokya’da epey turist var bu mevsimde bile. Balonlar güneşin doğuşunu izlemeye gelen turistleri alarak havalanmış, belki 100 tane; nasıl bir manzara: Peri bacaları, balonlar, iki tarafta Ürgüp’ün kayaya oyulmuş evleri. İlk başlarda henüz yorgunluk yok, tazeyiz. Bu nedenle de her şey mükemmel görünüyor. Kendim için yaklaşık 8-9 saat arası sürmesini planladığım koşunun ilk etabı 10.6 Km. İlk CP (Tazelenme Noktası)  İbrahimpaşa’ya ulaştığımızda havadan, manzaradan, olayın psikolojisinden etkilenerek iyi ki buraya gelmişim diyor herkes. Ancak henüz tırmanışlar başlamamış tam anlamı ile.
49586015
capp
Koşu Rotası
Clipboard01
Mesafe, CPs & Yükseklikler
Koşu rotasına ve yüksekliklere bakıldığında  Kapadokya olarak gezdirilen tüm şehirlerden geçildiğini görüyoruz. Ancak normal yollardan değil, arazide kah çıkarak, kah dik yokuşlardan inerek, kah dehliz gibi oyulan kayaların altından geçerek. Uçhisar’a kadar daha önümüzde 15 Kilometre ve iki tepe var aşılacak. Uçhisar 1500 metre yükseklikte kurulmuş. Bu tepenin eteklerine geldiğimizde ilk dik yokuşta herkes yürümeye başlıyor. Tam CP yaklaşırken nefis bir koku yayıldı etrafa. Zaten yürümekte olduğumdan etrafa bakınca bugüne kadar gördüğüm en güzel çiçek bahçelerinden birinin uzanmakta olduğunu gördüm patika boyunca. Bu bölgede genelde yabancılar eski harap evleri alarak restore ediyor ve bir İtalya, İsviçre modeli manzaralar oluşmasına yardımcı oluyorlar. 

İkinci CP Uçhisar’da ikmal tamamlandıktan sonra daha kolay bir etap olan üçüncü etap için yola çıkıyoruz. Göreme çabucak geliyor mesafe kısa olduğundan ve her çıkışın bir inişi deyimi kapsamında indiğimiz için. Ancak inişlerde düz değil: Taşlık, kumlu; bazı yerlerde ip ya da merdiven yardımı ile inilebiliyor. Her şey plana göre gidiyor gibi.  Ancak bundan sonraki etap Göreme-Çavuşin arası hem yorgunluk, hem artan sıcaklık hem de arazi nedeniyle zorlamaya başlıyor, ilk defa bu kadar uzun mesafeye çıkan biri olarak.  Ve planlar aksıyor. Çavuşin CP eriştiğimde 44 ncü kilometrede, hem yorgunluk hem de hedef gerisinde kalmanın etkisi ile moraller biraz bozuluyor. Bir an bu yollar bitmez bıraksanmı ki diye olta atıyor beynin korteksindeki bazı hücreler. Ancak ne olursa olsun bu 60K bitecek, o kadar masraf yapıldı, antrenmana çıkıldı, millete deklere edildi. egim2Çavuşin’den ümitsizce yola çıktıktan bir kaç dakika sonra duvar misali yükselen Akdağ’a  çarpınca “Bu ne yaaa!” demeden edilmiyor fakat tırmanma başlıyor. Ama ne tırmanış. Koşmak bir yana yürümek bile mesele. Bir yuvarlansak, ayağımız bolca bulunan taşlara takılsa aynen dağın dibinde buluruz kendimizi, o kadar. Bazıları ellerindeki kayakçı batonlarından destek alarak çıkıyorlar, resmen dağcılık etabı. Duvarın üstüne çıktığımda bitecek zannettiğim tırmanışlar bir kaç küçük ilave tepeciklerle devam ediyor.
brian1

Nihayet inişe geçer geçmez son CP’ye bitkin erişiyorum. Elli kilometre bitmiş. Bundan önceki en uzun mesafem 49K İznik. Burada biraz oyalandıktan sonra nerede ise kramp girecek ve bir numara büyük olmasına rağmen ayakkabıya sığmayan ve acımakta olan ayaklarla bir an önce bitmesi için son 10K yola çıkıyorum. Git git tekrar ufak çıkışlar, inişler. İnsanlar seyrekleşmiş rota üzerinde. Beş-Altı kilometre sonra Ürgüp görünüyor. Saatin şarjı bittiğinden mesafe ve zaman konusunda karanlıktayım. Gerçi sırttaki çantada telefonu var, ancak şimdi kim duracak, sırt çantasını indirecek, içinden telefonu bulup saate bakacak. Zaten su ve kola içmekten mide cambul cumbul ses çıkarmakta. Vücut nedense bu içeri alınan suyu kullanmıyor ve sürekli susuzluk mesajı veriyor.

Neyse, Tam geldik derken bir de ne göreyim: Bizim koşmamız için işaretlenen yol Ürgüp’ten uzağa doğru kıvrılıyor 60K tamamlanabilmesi için. Artık son bir gayretle her köşede yolun tekrar Ürgüp’e dönmesini  beklerken, nihayet bir noktada yarışı bitirmiş arkadaşları için geri dönen bir genç “Ha gayret 1K kaldı” deyince canlanıyorum. Son metreler bayır aşağı fakat parke taşlar var, şehre girildiğinden. Burada depara kalkarak bitişe erişiyorum, kendi PR mesafesi olan 60 Kilometreyi tamamlamış  olarak; hem de yol boyunca çeşitli nedenlerle, kramp, sakatlık, düşme, yaralanma durumunda kalarak ilk yardım bekleyenler kervanına katılmadan bu ilk en uzun mesafeli koşumda (Aslında ITRA-International Trail-Running Association- kullandığı formüle göre parkurun yükseklik kazanımı/100, mesafeye kilometre olarak ekleniyor, güçlük derecesi kapsamında. Bu durumda 1.810 metre YK olan bu parkurda toplam mesafe=61+18.1= yaklaşık 80Km’ye uzamakta.) 
DSC_1894
Bir kere daha “Geç olması hiç olmamasından iyidir” mottosu ile koştuğum dokuz saat  ancak dokuz yıllık bir yaşanmışlıktan fazla zevk aldığım bir olayı iyi ki yapmışım diyorum.
.. Ürgüp 21 Ekim 2017
!!!!!!!!!!!!!   Ana Sayfa için buraya tıklayınız   !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
 Not-1: Yorumlarınızı bu yazının altında BİR CEVAP YAZIN-YORUM kısmına yapabilirsiniz,
Not-2: Bu yazıyı sevdiklerinize “FORWARD” edebilirsiniz.
DSC_0371
EFE_9370_1680x1120
DSC_0231_1680x1120
EFE_9412_1680x1120

 

Yine Yenildik!

milli
Toplam Değer= 0 (Sıfır) EURO

Yine aynı hikaye: Son iki maçı kazanırsak bilmem ne kupasına gidebiliriz, haydi aslanlar! Rasyonel bir düşünce yok, analiz yok, çalışma yok, ama gaz çok, haydi aslanlar. 

İzlanda üçyüzbin nüfus, yüzbin kilometrekare ,dünyanın en soğuk yerlerinden biri, volkanik topraklar, top oynamak için gerekli geniş düzlükler, yeşillikler olmaması gerekir. Ancak bilmem kaçıncı kez bu takıma karşı hezimete uğruyor, 80 milyon insanın içinden çıkan, çoğu Avrupa’da yetişmiş, ya da sonradan gitmiş, gelmiş bebeler. Bebeler, çünkü şımarıklar, tembeller, insanlar şişirmiş, her gün gazete, TV, internet kim kimle gezdi, ne giydi gibi insanımızın tipik karakteristik ve kültürünü yansıtıyorlar. Zorla koşmaya çalışıyorlar, zaten birbirleri ve yöneticileri ile kavgalılar, aralarında Türkçe bilmeyen bile var. İzlandalı futbolcular ise işi zevkine yapıyor. Zaten 15-30 yaş arası erkek sayısı 30.000, demografik yapıya bakılırsa.Bunlardan 30 kişi takıma çağrılsa, bin kişide biri milli futbolculuk yapıyor, kasaplık, öğretmenlik vb. mesleklerinden kalan boş zamanlarında.

Bu garip kişiler yine çalışmadan, üst düzey şımarıklık ve gazla, sadece Eskişehir büyüsü diye ad taktıkları bir hurafeye sığınarak sahaya çıkan, seksen milyonun gözünün içine baktığı 11 şımarık ve tembel adam, başlarında işi bitmiş Romanya’lı bir yönetim emeklisi ile üç gol yiyor ve hala sırıtıyorlar.

Geçtiğimiz günlerde, içeride, iki büyük (!), lafta, takım sahaya çıkıyor; neymiş adı derbi. Takımların kadrosuna bakıyorsun 8/11 yabancı. Sanırım bu da sınır olduğundan, yoksa 11/11 olacak ya…(Nihayet bu da gerçekleşti: 14 Ekim 2017 tarihindeki Galatasaray-Konyaspor maçına, Galatasaray 11’i de yabancıdan oluşan ve Türkçe tezahüratları anlayaman bir takımla çıktı. Alttaki yoruma bakınız.) Arkalarından statlarda, TV başlarında milyonlar. Biri gol atsa diğerleri ah, vah, kavgalar, hatta cinayetler.

Ülkede spor adına yapılan başka faaliyetler bunların yanında binde bir. Okullarda spor göstermelik, zaten vakit bulunamıyor deniyor. Ancak sadece vakit sorunu değil, kültür sorunu, kafa yapısı, tembellik. Türk vatandaşları obezlikte dünya liderliğine oynuyor. Çocuklarına sonsuz kaynak aktarıp en iyi (Yine lafta) okullarda okutmaya uğraşan ana-babalar, kendileri de bilmediğinden çocuklarının sağlığını ve geleceğini tehlikeye atacak şekilde 8-10, hatta daha küçük yaştan beri çocuklarının aşırı kilolarını görmüyorlar. Spor yok…

Gelişmiş ülkelerde ilk-orta-lise-üniversite kampüsleri spor alanları ile dolu ve spor yapılıyor. Bizde okulların bahçeleri betonla kaplı, evler, siteler rantsal dönüşüm sonrası zaten az olan bahçelerini tamamen kaybediyor; sokaklarda koşmak bir yana yürümek imkansız, altyapı ve hain sürücüler nedeniyle. Doktorlar profesörler(!) koşmayın diyor ülkede. Çünkü koşmazsan hasta olacaksın ve bu özel hastanelerin, ilaç firmalarının cirolarına katkıda bulunacaksın.

Bırakın artık 8/11 yabancı kadroların oluşturduğu sözde süper, fakat gerçekte ne idüğü belirsiz bu takımları desteklemeyi, gaza gelip anlamsızca ve boşuna milli takımın İzlanda’yı yeneceği günleri beklemeyi; her hafta maçlardan sonra yüzlerce boş adamın hiç bir bilimsel ve teknik değeri olmayan fakat mahalle ağzı, argo dolu sözde “maç kritikleri” diye tüm kanallardaki palavra bölümlerini izlemeyi. Giyin şortları, spor ayakkabılarını, çocuklarınıza da giydirin, koşun. Üzün artık bu takımlar üzerinden rant sağlayan meşhur patronları ve futbolcuları,  yaşamımızdan epey süre alan TV kanallarını, bu işten para kazanan palavracı yorumcuları, koşmayın diyen doktorları, ilaç firmalarını, özel hastaneleri, çocukları şişmanlatan “junk food” üreticileri ve satıcılarını. Kendinizi düşünmüyorsanız bile çocuklarınızı kurtarın bu sarmaldan, derim... Ankara, 7 Ekim 2017

Not: İyi ki bu maçı seyretmemişim, sabah internetten öğrendim.; o da aradığımdan değil, öylece önüme çıktığından…

 

En bi son Eğitim Kararı

Mahallemizde, biraz uzakta, başka şehirlerde, sürekli çevre, yollar, kaldırımlar, coğrafya değişir, değiştirilir; genelde keserek, delerek, yıkarak, plansız, programsız, koordinesiz. Önce yol yapılır, asfalt cillop gibi denilen cinsten. Hemen sonra su için yolu delerler epey bi uğraşarak; o kapatır, doğalgazcı gelir deler; o gider yandaki arsaya tekrar su, elektrik, doğalgaz, internet çekimi için yol kesilir enlemesine ve çukur olur oralar yamanana kadar… Bu nedenle, örneğin GPS sistemi ile bir noktadan diğer bir noktaya varmak isterseniz, bazen çıkmaz sokaklara, kapatılmış yollara çıkar, çukurlara düşebilirsiniz. 2020’den sonra devreye girmesi planlanan şoförsüz arabaların, insandan çok daha güvenli ve daha az riskli olarak lanse edilmelerine karşın bizim buralarda pek uygulanma imkanı olamayacak gibi.

Yollar böyle olunca eğitim farklı mı olacak sanki: O da değişir her sene, her dönem, OKS, SBS, TEOG… Sonu gelmez, daha birinin bilimsel olarak ölçümü değerlendirmesi yapılamadan hooop bir diğeri. Sürüklenir öğrenciler ve veliler bir sistemden diğerine, pek düşünmeden anlamadan ne olduğunu, ne olacağını. Rehberler zaten deneyimsiz ve asgari ücretli gençler, daha hiçbir sistemi öğrenmeden akıl vermeye kalkarlar bilmeden. Bu nedenle çok basit olarak sıralama ile yerleştirilen tüm bu sistemlerde hâlâ geçen senenin puanlarına göre okul seçimi yaparlar, bilinçsizce. Herkes en meşhur puanı en yüksek okula girsin ister evladını, sanki bu okullardan mezun olunca en iyi üniversiteler gireceğini düşünerek mahdumunun, kerimesinin. Bu okuldan mezun olanlar kesin şu üniversiteye girer, şu okula kalırsa çocuğum istediği bölüme giremez gibi rasyonellikten uzak kulaktan dolma ve moda bilgilerle çocuğunu en uzak noktadaki, bazen başka şehirdeki okula gönderir.

Halbuki, biraz düşünse, inceleme yapsa, sorsa A-okulunun aslında B-okulundan hiç bir farkı olmadığını görecektir, bir kaç istisna hariç. Neden? Yine hedef alınan ve sürekli değişen üniversite giriş sınavında yüksek puan almakla mezun olunan lisenin bir korrelasyonu yoktur. Evet istatistik olarak A-okuludan mezun kişi  ile üniversite giriş başarısı arasında bir ilişki var gibidir. Ancak istatistik teknikleri buradaki üçkağıdı göremez. Bu istatistiki yöntemleri geliştiren yabancılar bilemezler bizim ne gibi manipülasyonlar yapacağımızı. Halbuki öğrencidir okul kazanan, yüksek puan alan, okul değil: İlkokul sonrası kurulan sistemle seçilen öğrenciler bu adı çıkan okulları tercih ederek ve giderek daha ince elenerek uzak yakın demeden, buraların puanını habire yükseltir. Buralara giren ve istatsitiki olarak 2-3-4… sigma seviyesinde zekâ sahibi çocuklar, yine bu zeka ve çalışkanlıkları sayesinde üniversite sınavında ilk bilmem kaçı oluşturunca, okul başarılı gösterilir. Halbuki yoktur A-okulunun öğretmeni ile B-okulununkinin.

Bu rakamlarla kafası iyice karışan veli, zaten fazla okuma ve inceleme alışkanlığı olmadığından ve de Onur Caymaz bir kitabında belirttiği gibi “Entellektüelinden otobüs şoförüne dek herkes sonsuz özgüvenle yaşıyor artık. Ülkemde yaşadığım kırk yılın hiçbirinde bunca özgüven patlamasına tanık olmamıştım. Bunun sebebi gittikçe cahillik batağına saplanmamız sanırım. Zira bilmeyenlerin tüm bildiklerinden emin olduğunu; bilenlerin de hiçbir bilgisinden emin olmadığını biliyoruz” bir ortamda uyar akıntıya ve çocuğunu en yüksek puanlı bir okula verebilmek için her türlü cambazlığı yapar. Birinci tercih, ikinci tercih, üçüncü tercih diye uydurulan sistem(!) sayesinde okullar başladıktan sonra bile çocuğunu bir okuldan diğerine transfer ettirmeye uğraşır.

Burada ortaya çıkan sorunlardan en önemli iki tanesi, seviye ve mesafedir. Seviye için hazırda yaşanmış bir örneğim var: Bir akrabamızın çocuğu otuz küsur binli sıralarda o zamanki lise seçme sınavından puan alır. Normal olarak evine yakın bir okulda dördüncü sırada bir okula kayıt olur. Kısa süre sonra bununla yetinmeyen ebeveyn üçüncü tercih sonrasında çok daha yüksek puanla girilebilen meşhur bir okulda kalan son kontenjanı yakalar. Ancak bu okuldaki en düşük öğrenci sırası onbinden düşük olduğundan öğrencimiz seviye olarak en son sıraya düşmesinden öte, bir önceki akranından epey fark yemiştir. Bu kötüleme anlamında değil, ancak bu sistemde hayatta kalabilmek için kurulan kriterlere göre, rakipleri ile başetmesi mümkün değil. Bir süre sonra ayak uyduramayınca her türlü kompleks ile hem psikolojik açıdan rahatsız olur hem de başarı puanları düşer. Ayrıca bu okul öncekine göre uzakta olduğundan bir de serviste harcanan zaman ve verilen para da bonus kalır.

Okul servisleri, bence, en riskli, zaman yeme canavarı ve masraflı bir yöntem. Her gün haberlerde rastladığımız servisler, kaza olmadığı zamanlarda bile trafikte kahramanca kullanan sürücüleri ile tanınır. En dikkatli, kurallara uygun seyir etmesi beklenen bu servisler benim gözümde en sevdiklerimizi teslim etmek için belki de en son tercih olmalı. Burada da fazla düşünmeyen ve en kısa yoldan çözümü gören ebeveynlerin sözde en sevdiklerini bu araçlara teslim etmeleri bana çok garip geliyor.

En bi son açıklanan ve henüz tam olarak bilinmeyen ve ileride tekrar değişme olasılığı yüksek olan durumda bu sakıncalar ortadan kalkacak gibi. Rasyonel bir düşünce eseri mi yoksa deneme yanılma yöntemi mi bilinmez, bence bu yerleştirme metodu ile bir çok sakıncalar ortadan kaldırılmış olacaktır: Öncelikle, en yakın okula giden çocuk(lar) özellikle büyük şehirlerde çok büyük kazanımlar sağlayacaktır:

  • Günde 1-2 saat belki de daha fazla trafikten kazanç sağlayacak çocuklar, bu zamanlarda spor, müzik gibi uğraşlara vakit harcayabilecekler.
  • Veliler çocuğum okula vardı mı, ya da okuldan hâlâ dönmedi sendromundan kurtulmuş olacaklar.
  • Kaza riskleri azalacaktır,
  • Yarış arabalarına taş çıkartan ve hiç bir kural tanımayan servis denilen ucube sistem ortadan kalkmasa bile hizaya gelecek,
  • Ebeveynler ekonomik olarak önemli kazanç sağlayacaklar,
  • Şehir trafiği önemli rahatlama sağlayacaktır. “Tatilde trafik rahatladı, okullar açılıyor, eyvah trafiğe dikkat” gibi atılan başlıklardan bunu rahatça görebiliriz.
  • Okulların başarı grafikleri birbirine yaklaşacaktır. Böylece sözde çok başarılı bazı okullar kendine gelecek, başarısızlık nedeniyle motivasyonu bozulan okullar kendine gelecek ve toplamda standart sapması çık genişleyen sistemde herkes kazanacaktır,
  • Lokal okullar da değer kazanacak, böylece okul mezuniyetine göre bir sınıflandırma azalacak, çocukların özgüvenleri daha fazla sağlanacaktır.
  • Üç-dört harfli kodlu ve sürekli değişen sınavlara hazırlık için daha ana karnında gideceği hiçbir işe yaramayan fakat ekonomik, sosyal, zaman ve eğitim açısından felaket zararlara neden olan hazırlık kursları saçmalığına da gerek kalmayabilecek. Böylece 7/24 fasılasız ve fakat hasılasız eğitime gönderdiğimizi zannettiğimiz çocuklar çok daha iyi yetişebilecek: Kendini derslerine vererek, spor yaparak, müzik dinleyerek, okula ilave tekrar yollarda vakit harcamadan kâr ederek,
  • Bu kurslara harcanan ve toplamda dünyanın en iyi üniversitelerinde okutmaya bile yetişecek bir meblağa ulaşan paralar çok daha faydalı yerlere aktarılabilecek, (Bir arkadaşımın çocuğu hesaplamış: İlkokuldan itibaren özel okul+kurslara harcadığı para 500 bin TL’yi geçmiş. Eğer bunu yatırımda değerlendirmiş olsa çok daha yukarı çıkacak bu para ile dünyanın ilk 100’ünde bir üniversite okul aidatı ve yaşama olarak 4 yıl yetebilecek bir tutar.)

Üniversiteler için de durum benzer: En iyi, en yüksek puan alan öğrenciyi alan üniversite kendini bir şey zannediyor. Halbuki dünya ile kıyaslayınca bunların çok azı istisna pek de bir başarısı yok. Belki sadece yurtdışı yüksek lisans, doktora için yıllar içinde tanınmış, bilinen bir kaç üniversitelerden kabul oranları yüksek olması burada düşünülebilir. Ancak bir yaygınlık sağlansa belki, yurtdışında bilinen üniversite sayısı da artar. Ayrıca genelde İstanbul, Ankara’ya yüklenen öğrenciler kendi memleketlerinde kalarak hem ekonomik açıdan ailelerine yük olmazlar hem de daha güvenli, emniyetli ve daha rahat şartlarda, çok daha fazla zaman kazanmış olarak okuyabilirler… Ankara, 4 Ekim 2017

Niye Koşuyorsunuz?

Niye koşuyorsunuz? Yıllık atletizm lisansı çıkarmak için istenen rapor almak üzere kayıtlı olduğum Aile Hekimimize başvurduğumda rapor yazacak olan doktordan gelen ilk gelen soru idi.

Ülkemizde yarışlara katılabilmek için sonunda  “ilgili sporu yapmasında sakınca yoktur”  ibaresi olan A5 boyutlu bir kağıt istenmekte. Daha pratiği ve havalısı ise bu raporla birlikte İl Atletizm Bürosuna bu rapor, nüfus kağıdı fotokopisi (kimlik numarası ile tüm bilgilere erişilebildikten sonra nerede ise tamamı ile kalkan bu kağıdı neden isterler bir sır), iki fotoğraf ve bilgisayardan indirilen müracaat formu ile, tamamen formalite ve -mış gibi yapmak üzere alınan “Atletizm Lisansı”. Bu lisansı alınca atlet oluyor insan:) Ancak bunun için gerekli en çetin iş olan sağlık raporu alabilmek ise her babayiğidin harcı değil. İlgili yönetmelik olmasına rağmen Aile Hekimlikleri tamamen kendi görüşlerine bağlı olarak bu raporu veriyorlar. Örneğin Denizli’de bir mahalledeki bir aile sağlığı merkezine başvurduğunuzda EKG’nizi çekip, buna dayanarak raporu alabilirken, Ankara’da dışarıda çektirilen EKG raporunu dahi getirseniz rapor alamayabiliyorsunuz, keyfe keder yani. Zaten EKG’den anlayan da yok, maksat -mış gibi yapmak. Neyse tanıdık bularak ya da paranıza kıyarsanız özel bir hastaneden alınan bu raporla bir yıllık lisans sahibi olabiliyorsunuz. Yarışları organize edenler de bu raporu sadece ve sadece kendilerine bir şey olmasın diye belki de yasal gereklilik istiyorlar. Onlar da -mış gibi yaparak sizin raporunuzu onaylıyor. Burada tek -mış gibi yapmayan bizim gibi bu işe neden kalkıştığı belli olmayan saf koşucular. 50-60-80-100 Km. boyuna göre koş koşabildiğin kadar. Ultra-Maraton için yine laf olsun beri gelsin kabilinden istenen malzemeleri almak nadir noktalardan biri için Kadıköy’de bir dükkana gittiğimde adam: “Abi buraya zaten normal biri düşmez” demişti.

Aile doktorumuza neden koşmak gerektiğini izah etmeye çalışırken,kendisi tüm Türk doktorlarının klasik dilinde olan “koşmayın, yürüyün” cülerden olduğunu anladım. Yine klasik soru geldi: Sizin mesleğiniz ne ki? Allahtan bu soruya daha önceden çalışmıştım, hemen yapıştırdım: Ben Sağlık Meslek Yüksek Okulunda ders veriyordum, İstanbul’un bir yerinde, bir dönemlik akademik kariyerimi şişirerek. Çünkü böyle yanıt gelmezse, örneğin devlet memurluğundan emekli vb. hemen siz ne bileceksiniz, zaten ülkede herkes her konuyu biliyor cümlesini hak ediyorsunuz demektir.

Gerçekten, okuduğum tüm İngilizce bilimsel paper denen yazılar ve haberler belirli ön şartlar sağlandıktan sonra, kalp, diz kapağı, kilo vb., koşmanın hatta HIIT (High-Intensity-Interval-Training) denen nefesi bitene kadar kısa koşularla yapılacak egzersizlerin çok faydalı olacağı yönünde. Yürüyerek, hatta bizimkilerin yaptığı şekilde kımıl zararlısı sür’atinde ve kulakta telefonla salınmanın, sağlık ve çoğunluğun hedefindeki kilo vermeye pek katkısı yok, okuyup, anladığım kadarı ile. Burada da insanlarımız kimi kandırıyor bilmiyorum ama spor yaptığını birilerine göstermek istiyor gibi, ellerindeki bir-buçuk litrelik su şişeleri ile. Bu da çok komik, genelde 10-15K koşmadan su ihtiyacım olmuyor benim, 5 dak/Km’den daha süratli koştuğum halde. Halbuki gözlemlediğim spor yapıyor-muş gibi yapan bu insanlar 3-5 km ve 15 dak/Km. süratli bir olay için bu su şişelerini neden taşırlar, bir sıkıntısı olanlar hariç, diye düşünürdüm hep.

Bu olaydan sonra anladım ki doktoru neden koşuyorsunuz diyen ve koskoca “İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Spor A.Ş. tarafından organize edilen, dünya’da iki kıta arasında koşulan tek maraton olma özelliğine sahip ve IAFF’ın altın kategorisinde yer alan Vodafone  İstanbul Maratonu’na sadece 1.200 Türk ve 1.600 yabancı olmak üzere 3.000 kişinin katıldığı  bir ortamda insanların başka bir şansı olamazdı ki!  Ankara, 28 Eylül, 2017

Önce mi Sonra mı – Before or After ?

Çeşitli kültürleri görmenin oralarda yaşamanın insanlara çok farklı katkılar sağladığı  hep söylenmektedir: Çok yaşayan mı çok gezen mi bilir; ya da buna ilave olarak çok okuyan, internette çok gezen mi bilir ilave edilir. Ancak benim bu yazıda vermek istediğim mesaj için “çok gezen, gören, yaşayan” terimi daha uygun olacak. Gördükçe karşılaştırma yapılabiliyor, karşılaştırma yapılabildikçe üzerinde düşünülebiliyor, hangisinin topluma daha faydalı olacağı, doğrusu faydalı olmuş olduğu ve bu nedenle ileri toplumlar olarak anıldıkları görülebiliyor. Çünkü görmeden, bilmeden, okumadan eleştirel düşünce katına erişilemiyor, bu da olmayınca toplum içinde yaşamak düzgün insanlar için bir ızdırap haline geliyor.

Yaklaşık kırk yıl önce ABD’de eğitim alırken edindiğim yaşam deneyimi ve gördüklerim daha sonra aynı ve farklı ülkelerde bu kırk yıl içerisinde çeşitli fırsatlarda gördüklerimle kendi ülkemde ve daha az gelişmiş kültürlerle karşılaştırıldığında bunun toplumların gelişmişlikleri ve geleceklerini nasıl etkilediği ve etkileyeceği fikrini veriyor. 

Lafı bu kadar dolaştırdıktan sonra birden deniz kenarına indirmek için örneklemeye başlamak isterim. 1980 yılında ilk defa bir evim oldu kira da olsa, ABD’de. Evi teslim aldığımda içerisi tertemiz ve bizim burada evi aldıktan sonra kendimiz için hazırladığımız düzeyde idi. Bunun nedenini iki yıl sonra evi teslim ederken anlamış oldum: Ev tesliminde istersen kendi çabanla kendinden sonra evi alacak kişiye en temiz hali ile bırakmak ya da belirli bir para bırakmak zorundasın. Bunun bedeli yine yönetim ya da ev sahibi tarafından yapılan denetleme sonrası belirleniyor. Tertemiz teslim aldığın, bulduğun evi en ufak bir çizik bile olmayacak şekilde, badanalı, demirbaşlar çalışır durumda teslim edeceksin; kendi pisliğini kendin temizleyeceksin. İkinci nokta kendinden sonra gelene yani topluma karşı saygını gösteriyorsun. Hemen geçelim bu tarafa: Ev sıfır değilse, kiracı çıkmış ise görünen manzara hepimizin bildiği; her taraf kullanım yılına göre tahrip edilmiş, taşınma izleri ve artıkları her yerde, genelde tesisatlarda hasar, arıza… Hatta birçok takıntı, kira borcu, yönetime borç, eskiden elektrik, su, gaz borcu… Kendi pisliğini başkasına temizlettirmenin verdiği zevk.

Yaşamı her alanında ve anında durum aynı. Spor salonu: ABD spor yapılıp bittikten sonra kullandığın aletleri yerlerine koyuyorsun orayı işleten tarafından konulan ıslak-kuru mendillerle tuttuğun , yattığın yerleri temizliyorsun, ışıkları varsa TV ve benzeri diğer aletleri kapatıyorsun, senden sonra kimse yoksa, kapıyı bacayı kilitleyip çıkıyorsun. Bu tarafa geçiyoruz: Kullanılan aletler ortalarda atılmış, senden sonra gelen ya da salon görevlisi kaldırsın, işi ne? Yürüme bandını terli ellerinin tuttuğu şekilde ve hatta çalışır biçimde bırak, senden sonra gelen isterse temizlesin. Camlar kapılar açık, yok yağmur girer, rüzgar çarpar sana ne, nasılsa ömrün boyunca ardını toplayan biri var. Hatta aletleri yerlere fırlat kırılsın, dökülsün nasılsa bir daha kullanmayacaksın.

Piknik yerleri, gezi alanları, su başları: Çıtlat çekirdekleri kabukları yerlere öbek öbek yığ. İçtiğin suların pet şişelerini fırlat etrafa, hatta cam şişede bir şeyler içmiş isen onları da kırarak at ki senin buralardan geçtiğin belli olsun, şanın yürüsün.  

Park ederken arabanı öylece bırak. Çizgilerin içine, engelli park için ayrılmış yerlere  ya da mekan girişlerini engelleyecek şekilde en yakın noktaya bırak ki ne kadar uyanık ve akıllı olduğun belli olsun. Nasılsa diğerleri senin kadar akıllı değil kurallara uyuyor enayiler. Önümüzde bir ilk okul var. İnsanlar(!) çocuklarını araba ile getiriyor. Ancak en sonra gelen en yakın yere park ediyor. Fizik kurallarına aykırı bu durumu nasıl çözmüş dahî insanlarımız: Bir kaç arabanın çıkışına engel olacak biçimde ikinci, üçüncü hat yaparak ya da okul giriş kapısına koyarak. Aynı olayı ABD’de okul pistinde koşarken defalarca gördüm: Bir sonra gelen kesinlikle öne geçmiyor, en son arabanın ardına park ediyor. Bu şekilde belli bir süre sonra gelenler belki bir kaç kilometre uzağa park ediyor ve yürüyor, hiç düşünmüyor, yeltenmiyor bile bir bakayım önlerde yer var mı diye.

Kimler kazanıyor bu kaos ortamından: Üçkağıtçılar, pervasızlar, saygısızlar, görgüsüzler… Düzgün insanlar çekiniyor bunlarla dalaşmaya, belki arkasında bir dayısı vardır, belki kendisi önemli ve yetkili biridir bazen de korku, kavga, yaralama hatta öldürmeler her an televizyon ve internette.

Konunun eğitim-öğretim derecesi ile de bağlantısı, bilimsel olarak ortada olmasa da gözlemlendiği kadarı ile, fazla değil. Arabalara masum amaçlarla olanları olduğu kadar kendilerini teşhir etme amacı ile de konulduğunu düşündüren üniversite, meslek belirten logolu kartlar, stickers yapıştıranların da benzer davranışları sergilediğine sıkça şahit olmaktayız; öyle ki “Eğitim Şart” repliği sadece komik kalıyor.

Image result for eğitim şart repliği

Bütün bu verilen örneklerin ve daha burada yazılmayan her an şahit olduğumuz binlercesinin ardında yatan psikolojik ve sosyolojik bozuklukları irdelemek ve çözüm önerileri sunmak değil bu yazının gayesi, sadece bir tespit, serzeniş. Yoksa çok derin konular: Bir şeylere rahata çaba harcamadan başkalarının çalışması erişmenin, borçlar ve rant sayesinde bisiklete binmeden jiplere tırmanmanın,  hatlı telefon kullanmadan son moda cep telefonlarına sarılmanın getirdiği görmemişlikler. 

Bence medeniyet ve toplum içinde yaşamanın, doğrusu gelişmiş bir toplum olabilmenin yolu kendinden sonra geleni yani toplumu öne koyabilmekten geçiyor. Kendinden sonrasını düşünmeden yaşayan toplumlar bilimde, teknolojide, insanlıkta hep geri kalmaya mahkum ve bunun örnekleri de her gün gözlerimizin önünde.  Ankara, 21 Eylül 2017

Ada Turu

Sinop, uzun zamandır gezmeyi ve belki de ileride yaşamayı düşündüğüm bir şehir. Yıllar öncesi bir kere gitmişliğim vardı. İnternet üzerinden edindiğim bilgiler ve görsellere Sinop’lu öğrencilerimin önerileri eklenince sabırsızlıkla beklediğim bir olaydı. Hele doğuya doğru uzanan yarımadada yerleşim olmadığını ve koşulabilecek uzun mesafe yollar olduğunu “google maps” üzerinden görünce bir fırsat çıkmasını bekler durumda idim. Nihayet bu fırsat elime geçti: Karabük ziyaretim sırasında Amasra üzerinden yola çıkarak hem Sinop’u görecek hem sahilden Karadeniz kıyılarını geçecek hem de ıssız görünen yarımadayı koşacaktım ( Sonradan Sinopluların buraya ADA dediklerini öğrendim.)

Nihayet Sinop’a ulaşıp bir yere hem de “Ada Turu” yapılabilecek insansız ve betonsuz en yakın noktada bavulları açtıktan sonraki gün sabah yedide yola çıktım, kaldığımız yer Karakum’dan. Daha önceden de biraz istihbarat yapmaya çalışmıştım. Fakat hayret Sinoplular burayı bilmiyor gibi. Ya hiç gitmemişler ya da araba ile gezerken bira içmek ve çekirdek yemek için bir kaç noktada eyleşmişler, kalıntılardan anlaşıldığı kadarı ile. Kimi orası onsekiz-yirmi kilometre çok uzak, kimi çok yokuş gibi kulaktan dolma bilgiler verirken bıyık altından da gülmekte oldukları kolayca anlaşılıyordu, bu yaşlı amcanın oralara çıkma fikrine.

adaNe olur ne olmaz, köpek çıkar belki diye elime de bir sopa aldım. Zaten arazide koşan cross yapanlar için en büyük sorun başıboş hatta sahipli olup sırıtarak “birşey yapmaz, korkma” diyen köpeklerle gezenler olur genelde. Sabah erken kalkmış bir İstanbullu Sinoplu’dan yolu sordum garantiye almak için. Bana eli ile bulutla kaplı tepeyi göstererek dümdüz asfaltı takip etmemi söyledi. İlk üç kilometre 500 metrelik bir irtifaya tırmandırdı yol. Turun başlangıcında daha bir kaç yazlık villa hemen kayboldu. Sağımda deniz ve deniz nerede ise doksan derece inen yamaçlar solumda kah açıklık kah ağaçlık yoldan koşmaya devam ettim. 

Tepeye çıktığımda manzara müthiş idi. Deniz göz alabildiğine uzanıyordu. ada_2Yolda ne insan, ne araç ne de köpek vardı. beşinci kilometreden sonra bir kaç ahır göründü ve tabi doğaya salınan organik süt veren inekler. Bu şekilde on kilometre kadar koştuktan sonra Sinop Batısından tekrar şehir merkezine girdim, elimde sopa ile. Sopayı atmamıştım yarın tekrar koşarsam diye. Şehir merkezine girdiğimde saat sekize geliyordu. İnsanlar mesai için yavaş yavaş sokaklara çıkıyorlardı, fakat fazla bir kalabalık yoktu. Yolun üçe ayrıldığı bir noktada durarak bir teyzeye ( benden küçük  olsa da insanlara teyze, dayı deme alışkanlığı var.) Karakum’a  giden yolu sorduğumda en soldaki yolu gösterdi ve orası çok uzak diye ekledi, terden sırılsıklam olan T-shirt ve garip kıyafetime rağmen. Tabi cevap vermedim” Teyze on kilometreden fazla koştum zaten, bundan sonrası küsurat diye, sadece sağol” deyip devam ettim. Kaldığımız yere geldiğimde bir hayali daha gerçekleştirmiş olmaktan mutlu olmuştum. Sinop 12 Eylül, 2017.

Main PAGE

sinop_ada_turu

Karadeniz Karadeniz

Uzun süredir düşündüğüm Batı-Orta Karadeniz gezisine Karabük’ten başladım. Denizle ilk kucaklaşılan nokta,  Amasra’da kahvaltı, Türkan Abla’nın yerinde. Amasra ile ilgili fazla yazmaya gerek yok: Dar sokaklar, araçlarla dolu, Eylül olmasına rağmen. Burada fazla oyalanmadan daha doğuya ve sahilden araba ile gitme planı devreye alındı. Hedef İnebolu idi. Neden olduğunu bilmiyorum. Belki internet üzerinden edinilen bilgilere göre İstiklal Madalyalı bir şehir olması, tarihi, güzellikleri…

Yol üzerinde sağa-sola bakarak yavaş bir sür’atle ilerleImage result for gideros abantrken birden müthiş bir koy ile karşılaşıyoruz: Amazonlar tarafından kurulduğu belirtilen yerleşim yerindeki 3 bin 500 yıllık geçmişe sahip Gideros Koyu diye okuyorum internetten. Hemen dik yokuşlu yoldan aşağı iniyoruz. Manzara hep benzer, bakımsızlık, ihmal. Birkaç pansiyon, café, balıkçı evleri. Buradaki teknelerden koya mazot sızıyor. İtalya’nın meşhur Amalfi’si, Portofino’su buranın doğal güzelliği ile karşılaştırılamaz bile. Ancak bilinirlik, sunum, çevre buraların ancak lokal olarak tanınmasına olanak sağlayabiliyor, gibi geldi bana.

Yazının ilerleyen bölümlerinde de yer alacağı şekilde genelde sahil yolu çok kıvrımlı, inişli çıkışlı, bazen bozuk yollar, fakat müthiş bir tabiat, şahane bir deniz manzarası. Her köşe dönüşünde “vowwww” denebilecek bir güzellikte ya deniz, ya orman, çoğunlukla da ikisi bir arada görüntülerle karşılaştık. Ancak geçtiğimiz şehirler, durduğumuz yerler insanlarımız tarafından ancak bu kadar olabilir denilebilecek derecede tarumar edilmiş. Şehir denilen apartman topluluklarının olduğu yerler sanki Kuzeyden gelecek tehlikelere karşı korunmak üzere inşa edilmiş birbirine sıkıca bağlı apartmanların olduğu taş yığınları. Dar yollarda çok sık rastlanmayan araba ile durulabilecek yerler ise buralardan geçen insanların özelliklerini yansıtacak şekilde pis ve atık dolu. Bu kadar güzel yerlerde nasıl insanlar pisliklerini bırakabiliyor, hayret edilebilecek bir durum, hiç bir hayvanın pisliğine rastlanılmazken!

çöpler

Bu ortamda İnebolu’ya ulaşıyoruz. İnternet üzerinden araştırma yaptığım ve 10/10 değerlendirme alan bir pansiyona yönleniyoruz ilk önce. Ancak, buranın eski sahibesi devretmiş başkasına. İlk girişte bu “ratinglere” nasıl güvenilmemesi gerektiğini anlıyor insan. Oradan hemen ve sürat’le uzaklaşarak nispeten daha köklü ve daha lüks bir otele giriş yapıyoruz. Sonra heyecanla İnebolu turumuza başlıyoruz. Ancak heyhat: Sahil boyu birbirine yapışık apartman silsilesi bütün hayalleri yıkıyor. Bu apartmanların ne önünde ne arkasında bir karış toprak bırakılmadığı gibi dış cephelerden boya badanadan nasibini almamış çirkinlikte. Şehir merkezi ise çok klasik bir Anadolu görüntüsü.

Sabah nihai hedef olan Sinop için tekerlek dönüyor, yine korkunç güzel deniz-orman tabiat manzaraları ve dönemeçli yollardan. Sinop gerçekten güzel ve modern bir şehir havasında.  Eylül ortası gelmiş olmasına rağmen oteller hem dolu hem de pahalı. Özellikle de buraya geliş nedenlerinden biri olan deniz manzaralı oda yok. Gündüz arkadaşımın önerdiği uygulama otelinde ise sempozyum nedeniyle iğne atsan denize düşmüyormuş. Bu arayış sırasında yolumuz daha önceden Gelişim Üniversitesindeki Sinoplu öğrencilerimden kulağımda kalan Karakum’a düşüyor. Burada Sinop Öğretmenevi tabelasını görünce kapıya yönleniyoruz. Şansımıza  bir oda varmış. Çok güzel bir manzara var öğretmenevi part oteldeki odamızdan: Çamlar arasından deniz görünüyor. Odalar çok temiz ve lüks otellerden daha kullanışlı apart odalar. Burada konaklamaya karar veriyoruz. Sonradan çok isabetli olduğunu anlıyoruz bu kararımızın: Hem şehir merkezine yakın, yürüme mesafesi 3K, hem de ada tarafına yakın ve gayet sakin. Yerleştikten sonra plajda soluğumuzu alıp biraz yüzüyoruz, zaten akşam yakın. 

Sabah saat yedi olmadan kalkıyorum, deniz ve çam havasının verdiği hafiflik ile. Daha önceden yaptığım keşif kapsamında “Ada Turuna” çıkıyorum. Ada dedikleri Karakum’dan başlayıp tur atarak şehrin merkezine aksi istikametten erişen yarımada turu. Önceden soruyorum mesafe, manzara, köpek vb. hayvanlara rastlama olasılığı. Oooo çok uzun mesafe 18 Km ve hep yokuş diyor gençler, gülüyorum. Karakum Öğretmenevi’nden yola çıkar çıkmaz üç kilometrelik bir tırmanışla 500 metre irtifaya çıkıyorum. Yolun sağ tarafı deniz ve yoldan iniş de bir o kadar dik. Daha sonra düze çıktığımda manzaranın güzelliği karşısında dilim tutulacak kadar etkileniyorum. Deniz ve ormanla kucaklaşarak yaptığım koşu on kilometre sonrasında tekrar Sinop merkeze ters istikametten giriyorum.

Günün erken saatlerinde insanlar henüz uyanamamış olduğundan fazla dikkat çekmeden aralardan tekrar kaldığımız yere varıyorum, üç kilometre daha gittikten sonra. Sanırım Sinop’lular dahil bu ada turunu “koşarak” yapan başkası yok. Çünkü yürüyüş parkurunda salına salına gezenlerden başkasına rastlanmıyor. Ancak araba ve motosikletle gelinmiş manzaraya hakim noktalara. Bunu nereden anlıyoruz: Atılan sigara izmaritleri, bira şişeleri, çekirdek kabukları ve bolca pet şişelerinden. Bu kadar güzel bir manzara ve temiz havaya karşı nasıl sigara içilir, çekirdek çitlenip etraf kirletilir? Nasıl bir kültür; kendinden sonrasını hiç düşünmemek, en güzel bir manzara karşısında sigara ve çekirdek düşünmek.

Ertesi günü yolda tabelasını gördüğümüz Erfelek Tatlıca Şelalelerine gitmeye karar veriyoruz. Kapıdan girerken 28 adet şelale olduğunu öğreniyoruz. Gerçekten içerilere gittikçe tabiat harikası başka bir olayla karşılaşıyoruz, üst üste şelaleler, çık çıkabildiğin kadar.  Belirli bir noktaya kadar yaya yolu inşa edilmiş, ancak beşinci şelaleden sonra artık halatlara tutunarak ya da çıkıntılı kayaların oluşturduğu  basamaklardan daha yukarılara yönleniyorum. Ancak fazla gelen olmadığını gördükten  ve tırmanış iyice bir zorlu hale geldikten sonra işin zorluğunu anlıyorum. Daha sonra Erfelek sakinlerinde öğrendiğime göre her yıl bir kaç kişi düşüp yaralanıyormuş. Bunları duyunca gereksiz bir risk alıp tek başıma yukarılara çıktığım için kendime kızıyorum. En ufak bir yaralanma olsa koşu yaşamım riske girecek.

Sinop’ta üçüncü gün ve Hamsilos, Türkiyenin en kuzey noktası ve tek fiyordunun yer aldığı bir coğrafya. O kadar güzel bir deniz ve tabiat yine aynı yorumlar olmasında rağmen tekrarlamaktan kendimi alamadığım. Ancak hemen akabinde yine çekirdek kabukları, sigara izmaritlerini görünce tekrar üzüldüğümüz anlar.

Sinop’tan geri dönüş için yola çıkıp tatil beldesi diye duyduğumuz Abana’ya yollanıyoruz, yüzelli kilometre yol… Otele yerleştikten sonra hemen gittiğim Karadeniz özelliğini gösteriyor: Dalgalı,  kıyıdan bir kaç metre metre sonra da hemen derinleşiyor. Burada biraz yüzüp otelin havuzunda da bir tur atıp akşam yemeği için sakin bir yer bulmak için Abana sokaklarına çıkıyoruz. Hacıveli denilen bir noktada tarihi evler görünce durduk ve deniz kenarındaki lokal bir “café” de taze balık sipariş veriyoruz.

Gezinin son günü her gittiğim yerde olduğu gibi koşarak şehri dolaşmaya çıkıyorum ve yine korkunç bir gerçekle karşılaşıyorum: Otelden çıktıktan yaklaşık bir kilometre sonra sahilden koşarken önümü kesen dere, kesif bir lağım kokusu. Orada balık turan bir kişi Abana ve Bozkurt ilçelerinin lağımları buraya akıyor diyor. Az ötede inşa edilen arıtma tesisisin arıtma yapmadığını ve buna herkesin göz yumduğunu anlatıyor kızarak. Bölgenin tatil incisi ve hemen yakınında lüks otel ve yazlıklarla dolu denizine lağım denizi karışıyormuş yıllardan beri, hem de göstermelik olarak yapılan arıtma(ma) tesisine rağmen. Zaten geçmişin güzel hatıraları ile dolu evleri yıkarak apartmana dönüştüren müteahhit canavarına karşı gardı düşmüş sokaklar bu lağımlı deniz ile birleşerek buraları mahvetmek için el ele vermiş gibi. Ne hazin, burası da bitmiş!S3

Ancak hikayeyi zorla tatlıya bağlamak için koşumun ikinci etabından bahsetmek isterim: İlişi denen mevki yakınında Abana arkası dağ tarafına çıkan bir yola girdim. Yol denizden uzaklaşacak şekilde yükseliyor. Yaklaşık bir yüz elli metre irtifaya eriştiğimde ortaya çıkan manzara harika idi. Genelde insanımız buralara tırmanma zahmetine katlanamadığından ve mevcut bir kaç villa ev sakinleri kendi bahçeleri sayılacak bu araziyi henüz kirletmemiş ve apartman sevdasına doğa düşmanı müteahhitlere kaptırmamış olduklarından doğallığını kaybetmemiş idi, henüz.

Karadeniz macerasının özeti: Müthiş bir doğa, orman, deniz, kıvrılan yollar, zevksiz, bahçesiz beton bloklar, çekirdek kabukları, sigara izmaritleri, pet şişeler olarak aklımda kaldı. Eylül, 2017

Main PAGE

CRISPR

The Human Genome Project (HGP) insanlık tarihinin en önemli başarılarından biri değil, en önemlisi ve geleceği en fazla şekillendirecek bir başarı projesidir. Nisan 2003 tarihinde 13 yıllık bir çalışma ve yaklaşık 3 milyar dolar bütçe ile gelmiş-geçmiş en etkin bilim adamı olarak görülebilecek Craig Venter ve ekibi tarafından  tamamlanmıştır. Evrenin ucu, başı, paralel evrenleri gibi sonsuz uzun mesafeler ve erişilmesi güç makro hayaller yerine, Homo Sapiens iç varlığına yönelik bu proje ile evrenin sonsuzluğu yerine nano seviyelerde dolaşan insan genom haritası okunabilmiştir.  Bu şekilde binlerce yıldır bahsedilen alınyazımız denilen olgunun, bizim dışımızdaki etkenler bölümü haricinde kalan kısımları okunmaya başlanmış ve nasıl oluştuğumuz, geliştiğimiz anlaşılmıştır.

Bu tarihten sonra gelişmiş ülkelerde en önemli araştırma alanı olan MBG, mikrobiyoloji ve genetik, alanında yine insanlığın geleceğini ve kaderini şekillendirecek çalışmalar çok büyük bir hızla devam etmektedir. Bu çalışmalar, artık, ortaya koyulan ve 3.1 milyar harften oluşan insan DNA yapısında insanın özellikleri, hastalık yaratan genetik yapı, ihtiyarlık nedenlerini bulma ve değiştirmeye yönlenmiştir. Çeşitli gen şekillendirme teknikleri, öncelikle deney hayvanlarında, embriyolarda ve sonrada artık çoluk-çocuk tüm insanlarda denenmeye başladı.

Bunlardan bir tanesi ve bugün için, 2017 yılı, en etkili, en pratik, en ekonomik ve uygulanabilir olanı CRISPR tekniği  (2012 yılında yayınlanan bir çalışma ve tekniğinin) artık insanlar üzerinde uygulanabilir hale getirilmesidir.  İki bilim kadını, Berkeley Universitesi , Prof. Jennifer Doudna ve Max Planck Institute Prof. Emmannuella Carpentier,  tarafından geliştirilen CRISPR tekniği sayesinde “Artık 2003 yılından beri okumayı başardığımız (biz diyerek  insanoğlu olarak bu kefeye kendimi koymak zevkli oldu, ancak keşke böyle bir projenin kırıntısında bile bulunabilse idim) İNSAN GENOMU YENİDEN YAZILABİLİR, Düzeltilebilir, İstenildiği gibi Şekillendirilebilir” hale getirilmiş oldu. A new study has found that Crispr-Cas9, also known as 'Crispr', can introduce hundreds of unintended mutations into the genome. The technique, which precisely changes small parts of DNA, has previously raised hope for more powerful gene therapies (stock image)

CRISPR- Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats – olarak kısaltılan ve Türkçesini yazmaya gerek ve yeter şart bulmadığım bu teknik sayesinde herhangi bir canlı hücresindeki DNA yapısı bilgisayarda yazılan kodlarla değiştirilebilir hale gelmiş oluyor. Yani bizi oluşturan yapı taşlarımızı istenen kodlarla değiştirilebilecek, bu tekniği kullanacak bilim adamları, ülkeler. Örneğin ALS (amyotrophic lateral sclerosis) hastalığına neden olan gen mutasyonu ANG genindeki bir harf mutasyonu (değişimi) sonrasında olduğu değerlendirilmekte. Bir çok farklı genlerde başka tip mutasyonlardan da şüpheleniliyor:  C9orf72 genindeki bir mutasyon ABD’deki ALS hastalığından %30-40 oranda, dünya genelinde ise  SOD1 geni  %15-20 oranında sorumlu tutuluyor.  C9orf72 genindeki  “GGGGCC” segmentindeki bir mutasyon,  yani kodlanan bu 3.1 milyar harften (nükleotid) biri “G” yerine” “A” olunca bu hastalık ortadan kalktığı gibi artık düzeltilen bu genom yapısı gelecek nesillerde ve bir daha ki mutasyona kadar, tekrar olursa tabi yüz milyonda bir olasılık, ortadan kaldırılmış oluyor; bu kadar basit(!)  Bu kromozomdaki gen lokasyonu aşağıdaki şekilde verilmekte, 9 ncu kromozomda.

Cytogenetic Location: 9p21.2, which is the short (p) arm of chromosome 9 at position 21.2CRISPR tekniği bakterilerin virüslere karşı bir korunma mekanizmasının takibi sonrası geliştirilmiş. Şöyle ki: Virüs bir bakteri içine kendi DNA’sını bıraktığında, bakteri buna karşı bir savunma mekanizması geliştirmiş. Gelen bu DNA’yı kesip etkisiz hale getiriyor. Kestiği bu DNA parçacığı dizilimini kendi DNA’sına ekliyor. Bir daha ki sefere virüs DNA bıraktığında kendi DNA’sı üzerindeki bu diziye benzediğini RNA ile eşleştirerek anlıyor ve tamam bu düşman dediğinde CAS 9 adlı bir proteinle birlikte bu gelen DNA’yı kesip atıyor. İşte bu olaydan yararlanan bilim insanları aynı tekniği biraz geliştirerek CRISPR’ye erişmiş. Bilgisayarda değiştirilmek istenen kodlar yazılıyor, sonra bunların yerine gelecek dizilim de yazılıyor. İkisi birlikte CAS 9 proteini içinde hücreye gönderiliyor. CAS 9 protein tüm DNA’yı baştan aşağı tarıyor. Bu esnada üzerinde taşıdığı RNA anahtarı sayesinde önceden kodlanan ve yüklenen diziye uyan DNA segmentini bulduğunda bu  protein tam o boğumdan  kesiyor DNA’yı. ve arızalı parçayı çekip çıkarıyor. Kesilen yere yine önceden bilgisayarda kodlanan ve sağlam yeni DNA dizi parçası ekleniyor. Hücre kendi DNA’sını hemen onararak bu dizinin karşısına eşleniğini (A<->C; G<->T) kendi örüyor. Böylece bilgisayarda önceden yazılan tüm kodlar insan ya da başka canlı DNA’sındaki ile değiştirilebiliyor. Yani kendini kendin biçip istediğin şekilde yeniden dikiyorsun.

Image result for CRISPR

Bu işlem sadece bir yerde değil bir çok kez tekrar eden dizilerde uygulanıyor. Çünkü DNA’da diziler belki onlarca, yüzlerce kez aynen tekrar edilir halde. Eskiden bunları birer birer değiştirmek gerekirken, bu teknikte CAS 9 ve RNA ikilisi bir geçişte tüm DNA tarayarak değiştirilecek tüm dizileri kesip yerine yenisini ekliyor.

Şimdilik sınırlı sayıda hücrede ekonomik olarak uygulanabiliyor. Yetişkin bir insan vücudunda 100 trilyon hücre olduğundan tüm hücrelerin kromozomlarında bu değişikliklerin uygulanması şimdilik zamanla sınırlı. Ancak yetişkin insanların tüm hücrelerinde bu işlemin uygulanması da gerekmiyor. Örneğin genetik bir kan hastalığında sadece kan hücrelerindeki kromozomlardan yüzde 30-40’ını bu şekilde değiştirmek hastalıktan hem fenotip hem de genotip olarak kurtulmak için yeterli (Normal insanda 5 lt kan oluyor, her mililitrede 4-6 milyon hücre var; yani 20-30 milyar kan hücresi varmış.) Bu hücrelerdeki gerekli sayıda değişiklik yapabilecek makine ve teknik halihazırda mevcut gibi. 

Ancak embriyo seviyesinde – insanın oluştuğu embriyo (blastocist) 5 gün sonra sadece 70-100 hücreden oluşuyor-  yapılacak bir CRISPR girişiminde kolaylıkla tüm hücredeki kromozomlardaki tüm mutasyon geçirmiş diziler kolaylıkla değiştirilebiliyor (İstenirse tabi performans yükseltme maksatlı değişiklikler de yapılabilir.) Nitekim 9 Mart 2017 NewScientist  “A team in China has corrected genetic mutations in at least some of the cells in three normal human embryos using the CRISPR genome editing technique” haberi ile ilk uygulamaların başarı ile gerçekleştirildiği anlaşılmakta. Bu şekilde belirli bir mutasyona uğramış hasta genotipli bir sperm ile döllendirilen yumurta sonrası oluşan embriyoda ortaya çıkan ve babadan aktarılacak hastalık nedeni mutasyonlar daha bu safhada ebedi olarak ortadan kaldırılmış oluyor. 

CRISPR study findings hint that the future of ‘designer babies’ may still be far off

Ne demek bütün bunlar?

  • Tüm genetik hastalıklardan hem kendimiz hem gelecek nesiller için kurtulma, Kanser, ALS, MS, HIV , 
  • Kendimizi “EDIT” leyebilme, Hussein Bolt, şimdilerde ise Ramil Guliyev’den bile hızlı koşabilmek, sonsuz IQ, müzisyen, ressam olabilme…
  • Hayvanlardan hastalık yapıcı özellikleri kaldırma
  • Hayvan organlarını insana transplant yapacak şekilde değiştirme
  • Süper bitkiler geliştirebilme
  • Tüm beslenme ve yaşayış tarzımızı değiştirme, bazı organların kullanım dışı bırakılması, yemek içmek anlayışı değişmesi
  • Obezite ortadan kalkması
  • Uzayda ve her türlü ortamda yaşayabilecek modifiye Homo Sapiensler
  • Çok etkili ilaç geliştirme
  • Sipariş üzerine süper bebekler, Homo Sapiens 2.0, 3.0….
  • Yaşlanmayı durdurma ve geri çevirme,

Daha neler, biz bekleyip göreceğiz, onlar çalışıp bunları geliştirirken.  Hayallerle bile sınırlı değil, çünkü olacakların hayalini dahi kuracak bilgi seviyesinde değiliz. Bilemiyorum bizlere de düşer mi?  15. Ağustos,2017,Ankara

An Hour of Running May Add 7 Hours to Your Life

Yaz tatilinde sitemizin spor salonunda günlük koşumu yapıyorum, her sabah sekizde. Salonun açılış saati sekiz, yoksa altıda koşmak daha uygun hem Temmuz sıcağı hem de biyoritm açısından. Genelde tüm salon bana ait. Gerçi herhangi bir saatte koşan da fazla yok. Nadir gelenlerden biri ile koşu sonrası sohbete başladık. Ben koşarken o biraz yürümüş, sonra ağırlık çalışmıştı. Bana sitemizdeki bir spor hocasının ve ayrıca spor salonundan sorumlu spor okulu mezunu çalışanın “koşma, hem kilo veremezsin hem de sağlığına zararlı olur” dediklerini aktardı. Pek çok magazin haberlerinde de uzman geçinen kişilerin genelde fazla zorlamayın, koşmayın gibi temelsiz önerileri ile bilgiçlik tasladığını görmekteyiz, okumaktayız.  Dört yıllık koşu hayatımda bu konuda bilimsel ve magazinsel yazıları kaçırmadan okuyorum. Genelde bizim spor adamı ve tıp profesörü geçinen kimseler standart olarak 15-20 yıl öncesi yayınlanan ve ancak tercüme edilen yazılara dayanarak bu yorumları göğüslerini gere gere yaptıklarını görüyorum. Bu yorumları yapanlar İngilizce de bilmediklerinden ve etrafta fazla koyun olmadığından Abdurrahman Çelebi misali insanları yanıltmaya, kendileri koşmayan, spor yapmayan ve hatta koşan birini gördüklerinde arabaları üzerine süren bir kültür ortamında faydalı olmaktan daha çok zarar vermekteler. Bu konuda daha önce de benzeri yorumlar ve açıklamalar duymuş, okumuş, itiraz yorumlarımı yapmıştım.

Competitor dergisi 25 Temmuz 2017 tarihindeki “Why Fatigue Is a Necessary Part of Training and How To Manage It”  yazısında Jeff Gaudette  “tüm antrenman teorileri temelinin çalışma (workout)  ve toparlanma (recovery) süreci olduğunu belirtiyor. Ne kadar zorlu (harder) koşarsak o kadar kas fiberi (muscle fiber) hasar görüyor. Vücut daha sonra bu hasar gören kas fiberlerini yeniden inşa ediyor (rebuild). Ve eğer bu toparlanma süreci iyi yönetilirse bu fiberler eskisinden daha güçlü bir şekilde geri kazanılıyor. İşte bu döngü nedeniyle egzersiz yaptıkça daha hızlı ve güçlü olmaktayız” diyor.

New York Times 12 Nisan 2017 yayımlanan ve Gretchen Reynolds tarafından en son araştırmalara dayandırılan An Hour of Running May Add 7 Hours to Your Lifebaşlıklı yazıda koşmanın, hatta uzun uzun koşmanın çok faydalı olduğunu belirtmekte.  “Yeni araştırmada elde edilen  sonuca göre” diyor yazar ve ekliyor “Running may be the single most effective exercise to increase life expectancy, according to a new review and analysis of past research about exercise and premature death. The new study found that, compared to nonrunners, runners tended to live about three additional years, even if they run slowly or sporadically and smoke, drink or are overweight. No other form of exercise that researchers looked at showed comparable impacts on life span.” Yani koşmanın yaşam beklentisini artıran en etkin bir egzersiz olduğunu, koşucuların ya da koşanların, yavaş ve düzensiz bir şekilde koşsalar, sigara, içki alışkanlıkları  ve aşırı kilolu olsalar bile, hiç koşmayanlara göre üç yıl daha uzun yaşayabileceklerinin (kırk yıllık bir maratonda) bu analiz sonucunda bulunduğunu belirtiyor. Son satırda ise yaşam sürecine koşmadan başka hiç bir egzersizin bu kadar etkisinin olmadığını ekliyor. Sadece yazının başlığından bile normal süreli bir koşunun bile yaşam haftasını yediden sekiz güne çıkarttığını öğreniyoruz.

Diğer bir tartışma konusu da: Tamam koşalım, ancak  haftada iki saat-dört saat, fazlası zarar muhabbeti. Bu da yine bizim çok bilmiş fakat koşmayan otoritelerin küflenmiş ve eksik araştırmalara dayandırdıkları iddialar. Beyefendi koşmamak için bahane uyduracak ya, nerede işine gelen eski yazı var ortaya koyuyor. Koyuyor da yazıları bir çok yeni başlayanları ya da hali hazırda koşanları olumsuz yönde etkiliyor. Bu kişilerle tartışma ortamına girmek istemiyorum. Çünkü hemen sen doktor musun muhabbeti ve polemik başlıyor. Yazıda bununla ilgili paragraf ise  “The good news is that prolonged running does not seem to become counterproductive for longevity, he continues, according to the data he and his colleagues reviewed. Improvements in life expectancy generally plateaued at about four hours of running per week, Dr. Lee says. But they did not decline”. Yani diyor ki: uzun mesafe ve süre koşmanın yaşam üzerinde olumsuz bir etkisinin olmadığını fakat haftada dört saatin üzerine çıkan kısmında yazı başlığında belirtilen bir saate-yedi saat verimimin düzleştiğini fakat asla aşağı yönde olmadığını belirtiyor. Yani fazla koşarsan zarar olacak diye bir şey yok, fazladan vakit harcamış oluyorsun bir iddian yoksa. Ancak uzun koşular maraton, ultra koşanların egzersiz programında yer alması gereken egzersizlerden. Bu açıdan bu en son araştırma sonuçları uzun mesafe koşucuların hoşuna gidecek.

Çoğunun pek haberi olmasa da “Human Longevity – Yaşamı Uzatma” gelişmiş ülke zenginleri ve hastalık hastalarının son günlerdeki en gözde konusu. İnsan Genom projesinin meşhur bilim adamı Craig Venter (wikipedia hala kapalı olduğundan Craig Venter oradaki adresini yazmadım) tarafından kurulan HLI (Human Longevity Inc) bu konuda en meşhur ve ileri olanı. Biz henüz bu seviyelere erişemediğimizden ve de pek yakınlarda erişme olanağımız olmadığından benim ve etrafımdakilerin daha uzun, daha da uzun koşması yaşamı uzatmak değil, her seferinde hayretle ve ibretle faydadan çok zarar gördüğüm hastanelere ve yakınlarımıza muhtaç olmadan yaşam sürecimizi tamamlamak, yaşamdan zevk almak, koşu arkadaşları bulmak, yarışmalara katılmak açısından bu yazılarla ilgileniyorum.

Kısaca koş koşabildiğin kadar; koştuğun her kilometre yaşam yolunu yüz metre daha uzatmakta…Ankara, 25 Temmuz 2017

Not: Bu konuda 2 sene önce yazdığım Aşırı Egzersiz yazısının onayı gibi bu yeni araştırma

Bir önceki yazı için:   Çiçek yerine Kitap<–    ya da   –>Ana Sayfa

Çiçek yerine Kitap

“Hindistan Başbakanı Narendra Modi, geçen ay (Haziran 2017) katıldığı Puthuvayil Narayana Panicker Okuma Günü’nde yaptığı konuşmada, insanları karşılarken buket çiçek yerine kitap verilmesini tavsiye etmiş ve gençlere ‘okumaya yemin etme’ çağrısında bulunmuş”.

Yıllardır hepimizin gözlemlediği, yaşadığı olaylardan biri de hediyeleşme; düğün, açılış, tanışma, sevgili ile buluşma, doğum, ölüm, yeni göreve başlama, ziyaret, bayram, anneler günü, sevgililer günü… Tek bir çiçekten görkemli çelenklere kadar hediyeler alınır elden ya da günümüzde olduğu gibi ne aldığını bile fiziki olarak görmeden internet üzerinden adet yerini bulsun, ayıp olmasın diye gönderilir. Bunların bazıları çok ucuza alınabildiği gibi çok fazla paralar da ödendiği olur. Hatta firmaların hediye fonları bile mevcuttur. Ertesi günü, genelde, çöplüklerde kendini bulan bu bitkiler bir de etrafı kirletir. Bazıları canlı, topraklı çiçek alsa da bunun oranı çok az. Bu kadar masraf, bu kadar israf, yararsız, artık duygudan uzak. Nerede seni seviyorum anlamına gelen bir kırmızı gül ya da kıskanç biri olduğunuzu belirten sarı gül, içtenliğe vurgu yapan pembe karanfil. Yeni neslin yaşamadığı toprak ve kırlardan koparılan ve bir anneye verilen bir sümbülün değerini yüzlerce liralık bir çelenk tutabilir mi? Şimdiki çiçek olayı sadece gösteri ve yapmacık.

Kitap yazma, edinme ve okuma oranının en düşük olduğu ülkelerden bir olan ülkemizde(1) Modi’nin önayak olduğu bir değişim yaşansa ne kadar iyi olurdu, bir düşünelim. Bir kere kitaplar çiçeklerden çok daha ucuz. Göndermesi, koruması çok daha kolay. Hele kalıcılığı! Bir çiçek kurutulsa bile belirli bir süre sonra atılıyor. Halbuki kitaplar ömür boyu başta hediye alınan olmak üzere bir çok kişinin yararlanabileceği kaynaklar; kaldı ki bir gülü kurutmak için yine kitap gerekli. Ayrıca kitapların içinde çiçek resimleri, çiçeklere ait her türlü bilgi bulunabildiği halde, kitabı barındıran bir çiçek yoktur. “Ben sana gülüm demem gülün ömrü az olur” dizesi yerine “ben sana klasik kitap desem sonsuza kadar kalasın diye” deyişi olsaydı.

Dünyaca ünlü PISA testi 2016 sonuçlarına göre : Türkiye 72 ülke içinde 50’nci sırada (2). Hindistan’ın da durumu pek parlak değil. Sonuçlar düşük olunca son testi protesto edip katılmamışlar, kötü durumları ortaya çıkmasın diye. Ancak belli ki bazı planları var, başbakanları çiçek yerine kitap hediye edilmesini istemiş.

Kitap okuma deyince, bunun çok çeşitli gerekliliği, zevki, şekli var. Bizde maalesef üniversiteler de bile ders kitabı okunmamakta. Kitap okumak insanoğlunun kişisel gelişimini elde eden en önemli etkenlerden biridir. İnsanı eleştirel düşünceye yöneltir, zekasını, hayal dünyasını geliştirir; sözcük dağarcığını arttırır. Zaten “homo sapiens” gelişimindeki  ve bugünkü teknolojik ve bilgi seviyesine erişmesindeki en önemli mihenk taşları olarak yazının ve matbaanın icadının gösterilmesi bunun içindir. Bilginin en öne çıktığı, “Big Data Çağında” en azından herkesten geri kalmamak, her sene PISA Testlerinden sonra gazetelerde aynı klişe yazıları görmekten güzel bir yer edinmek istiyorsak, Modi’nin çağrısına bizde kulak kabartmak ve okumak,  düşünmek ve buna bağlı olarak tartışmak, sorgulamak ve eleştirmek ve bilim üretmek zorundayız, gerçekleşmesi çok küçük bir olasılık olsa da…Ankara, 25 Temmuz 2017

(1) En fazla kitap okuyan ülkelerin başında, yüzde 21 ile Fransa ve İngiltere var. Ardından, yüzde 14 ile Japonya geliyor. ABD’de bu oran yüzde 12, İspanya’da ise, yüzde 9. Türkiye’de ise, oran binde bir.  Okuma alışkanlığında, dünyada 86. Sıradayız. Zaten Dünyada 10 milyonun üstünde nüfusu olan ve ülke denebilecek 80 kadar ülke olduğunu da göz önünde bulundurmak lazım. 

(2) Pisa Okuma:Singapur, Hong Kong (Çin), Kanada ve Finlandiya okumada en iyi performansı gösteren yerler oldu. İrlanda, Estonya, Güney Kore, Japonya ve Norveç de OECD ortalamasının üzerinde kalırken, 41 ülke OECD ortalamasının altında kaldı. OECD ülkeleri arasında Kanada ve Finlandiya başı çekiyor, Türkiye ve Meksika ise en sonda yer alıyor.

Bir önceki yazı   Son Ütücü<–   ya da     –>Ana Sayfa