Son Ütücü

Eskiden gazete ilanlarında sık sık “Son Ütücü” ilanları çıkardı. Hâlâ da internet üzerinde ilanlar var. Ancak eskiler gibi heyecanlı değil. Her ne kadar teknik bilgim olmasa da “tekstil kolunda en çok aranan ve ürüne son biçimini veren kimse” olarak tanımlandığını gördüm.  Son ütücüler mizah dergilerinde ve karikatürlerde çokça kullanılan bir espri kaynağı idi, aynı zamanda. 

Marketing ya da pazarlama işletme bölümlerinde en zevkli bir ders, lisansüstü en prestijli alanlarından biridir. Araştırma ve akademik yayınlar yazmada ucu açık bir alan. Bu konuda genelde Amerikalı meşhur pazarlamacıların yazdığı kitaplar tercüme edilerek “suyunun suyu” içeriğinde üniversitelerde pek çok ders içerisinde aktarılmaya çalışılır. Her ne kadar bu konuları anlatan akademik çalışanlar konuyu sadece kitaplardan öğrenen kişiler olsa da, genelde bir kaç kavram öğrencinin kafasında kalır ve sahaya çıktıktan sonra, zaten ancak bir kaç tane olan gerçekten (lafta değil) kurumsal olarak yönetilen firmalarda bundan yararlanabilirler. Bu arada kişisel gelişim alanı olarak bilinen ve daha basit pratik kitap, broşürlerin yer aldığı diğer bir kolda da destekleyici yazılar çıkar. Buralarda yok neymiş pazarlamanın  4P’si, yok 6P’si, yok 8P’si… Böyle uzar gider. Olayı daha da tırmandırmak istersek: Pazarlama karması, stratejik pazarlama, pazarlama anlayışı, tüketici davranışları, pazarlama taktikleri, reklam, dağıtım, süreç analizleri, bilgi sistemleri, bayi yönetimi, ürün tasarımı, satış tahminleri, beş-on yıllık planlar, hedefler, anketler, zaman serileri analizleri, müşterilerle iletişim, müşteri bilgilerine erişim, bunların analizi, yeni giren “big data” olgusundan daha çok mal satmak ve kar etmek için nasıl yararlanılacağı konusunda yatırımlardan bahsedilebilir. Bunlara bağlı bilgi sistemlerine ve kurulumlarına verilen milyonlar ve harcanan uzunca süreler… Bu sistemler  de firmalarda kuruluncaya kadar ya modası geçer ya da bunu kullanmak üzere yetiştirilen personel başka firmaya geçmesi nedeniyle atıl kalır, genelde.

Hele de reklamlar: Genelde beyaz ırkın en seçkin temsilcileri, Avrupa ya da Amerikalı tipler, yine 20-30 katlı apartmanlarda bahçesiz, gökyüzü görmeden yaşayan bizlere inat, yeşillikler içinde geniş tek katlı evlerde mutlu yaşayan ve sadece tüketen ve “Alice harikalar diyarında” yaşamakta olan neşe içindeki aileler  bu ürünleri çokça tüketirler.

Bütün bunları oluşturmada fiyakalı ve meşhur okullardan mezun pazarlama yöneticilerine korkunç paralar ve zaman verilir. Genelde kitaplardan ve başka kültürlere göre yetişen ve piyasayı bilmeyen bu sözde uzmanlar büyük ve süslü laflarla patronları oyalayarak sözde stratejiler ve organizasyonlar kurarlar ve pazarlama, satış ve kâr hedeflerler ve beklerler. Fakat zaten uzun vadeli işleri sevmeyen fakat sırf rakip ve arkadaşı firmalara özenti  ya da sonraki nesil genç patronların zoru ile pek de istemeyerek bu fiyakalı gençleri ve yöneticileri işe alan pratik patronlar, kısa sürede bir şeylerin doğru gitmediğin sahip oldukları girişimci ruhu ve deneyimi ile fark etmesi sonrası, ya bunları gönderir ve eski düzene döner ya da hareketlerini kısar.

Burada gözden kaçan en önemli noktanın son ütücü olduğunu gördüm. Kimdir bu son ütücüler: Büyük, devasa süslü ve ithal yerli binlerce ürünle dolu sistemin son çıkış noktası kasalarda çalışanlar. Yıllarca kurulan büyük sistemler, geliştirilen stratejiler, pazarlama, üretim, tedarik zinciri, müşteri ilişkileri hepsinin sonucunun alınacağı en stratejik mevkidir burası. Genelde de en çok ihmal edilen, incelenmeyen pazarlama gurularının teorilerinin uğratılmadığı noktalardır. Buralarda asgari ücretli, “overtime” çalıştırılan, genelde yine ekonomik nedenlerle  AVM’lerden çok uzaklarda oturan, 2-3 saat yollarda vakit geçirmek zorunda kalan, düşük eğitim seviyesi, kötü ortam şartlarında genelde sürekli değişen ve sistemin en az değer verilen çalışanları müşterileri karşılar, genelde  bir selam bile vermeden. Yine, bu şartlarda ve yurdum insanı genetik yapısı gereği gülme ve espri yapma yeteneği yüklenmemiş son kasacılar, tam sıra size geldiğinde kasayı kapatırlar kuyrukta ki velinimet müşteri sayısına bakmadan. Hiç suratınıza bakmadan barkodları okutmaya başlarlar. Hele ki bir ürünü tarttırmadan getirmiş iseniz ya da barkodsuz bir ürünü sepete atmışsanız iyice bir gıcık bakarak küçümseyerek karşısındaki genç yaşlı, kadın erkek herkesi yıldıran son ütücüler. Bu çalışanlar her alışverişimizde en son çıkış noktasındadır. 

Bu noktadan önceki ne harcanan tüm gayret, kaynak, ne Philip Kottler’in kitaplarında anlatılan ve bizim kültürümüze genelde uymayan teorilerdeki tüm uygulamalarını bilen pazarlama yöneticileri,  ne tam müşteri isteğine uyan ürün, ne de reklamlardaki mitolojik kişiler fayda sağlamaz tüketicinin bu firma hakkındaki imajına ve bir daha buraya gelip gelmemesine. Tüm aklında kalacak bu son ütücüden yenme olasılığı olan ütüler, sıralarda itilip kakılmışlığı, başımdan defol git diyen bakışlardır. Ankara, 7 Temmuz 2017


Bir önceki yazı   Söz<–   ya da     –>Ana Sayfa

 

Söz

Söz vermek belki de dünyanın en kolay işi gibi gelir bazılarına, ardını düşünmeden. Söz hangi koşullarda ve ne anlamda verilir: Farkında olmadan, alışkanlık gereği, baştan savmak için, karşılığında bir şey almak için, ayıp olmasın ya da hallederiz felsefesi paralelinde… Ancak söz vermenin asıl amacı yazısız senet, çek vermek, imzasız anlaşma yapmak, bir konuyu gelecek bir zaman diliminde yapacağına ya da yapmayacağına ilişkin yemin etmek, teminat vermek olması gerekir.

Dinler, filozoflar, atalar, yazarlar, şairler “Söz verme ve sözünü tutma” konusuna ayrı bir önem vermişlerdir: Bir çok sûrede söz verdiğinizde onu yerine getirin anlamında ayetler olduğunu öğrenmekteyiz, bir çok filozof, âlim ve atalardan söz verme ve tutulması hakkında aktarılan deyişler, kitaplarda yazılan metinler, senaryolar, filmler  internet üzerinde milyonlarca sayfa halinde klavyemizin ucundadır. “Sözünün eri olmak”, “Sözüm senettir”, “Tutamayacağın sözü verme”…

Bilimsel, sanatsal ve sportif konularda olduğu gibi bu konuda da uygulama, yerine getirme gelişmişlikle, kültürle bağlantılı olduğunu gözlemlemekte, deneyimlemekte  ve okumaktayım hâlâ. Gelişmişlik konusunda bir ülkenin tüm coğrafyaları aynı seviyede olmayabiliyor. Bunun en bariz örneğini İtalya’da yaşamıştım. Bilindiği gibi İtalya üç bölgeden oluşuyor: Kuzey-Orta-Güney. Güney İtalya’da genelde Akdeniz ikliminin getirdiği gevşeklik ve genişlik, “Einstein Görecelik Teorisi”  paralelinde zamanda farklılık yaşatmaktadır. Güney İtalya’da zaman orta ve kuzeye göre daha yavaş hareket etmektedir. Bu bağlamda yirmibeş yıl önce Napoli’de bir tamirciyi beklerken Amerikalı bir arkadaşın söylediğini unutamam: İtalyanlar için “subito” yani derhal  bir ay, “urgent” yani acil demek bir hafta, “urgentissimo” yani çok acil bir-iki gün, arık ölüyorum yetiş dersen belki aynı gün gelebilirler.

Altmış yılın bilinçli geçen ve hatırlayabildiğim 40-50 yıllık periyodunda ve halen bir çok söz almaktayım. “Yarın size haber vereceğim”, “siz kapayın, ben öğrenip hemen döneceğim”, “hemen geri vereceğim”, “Bir gün içerisinde kargonuz evinize teslim”… Ne kadar tanıdık deyişler değil mi? Kişi bazında sözünü tutma, firma bazında, devlet düzeyinde, uluslararası alanda, olay genişleyen halkalar gibi. Ancak benim burada dert yandığım kişisel olarak verilen fakat %90 yerine getirilmeyen boş sözler. Hatta bu konuda verilen sözü daha başta tutmamak üzere geliştirilen teknikler olması insanoğlunun güvenirliğine gölge düşürmekte: Söz verirken tek ayağını kaldırmak, orta parmağı baş parmağın üzerine kilitlemek gibi. Bu konuda “eğitim şart” şablonu da sırıtıyor. Gördüğüm kadarı ile kağıt üzerinde eğitimli olarak görünenlerde bu söz tutmama olayı daha fazla gerçekleşiyor, çünkü genelde bu kesimde daha çok söz verilecek konular ortaya çıkıyor.

Gelişmiş toplumlarda durum biraz farklı: Buralarda insanlar ayıp olmasın diye “tamam abi hallederiz” demiyorlar. Eğer bir şekilde iş yapılamaz olarak görülüyorsa, kolayca olmaz diyebiliyorlar. Böylece hem karşı tarafa boşa ümit verilmemiş olunuyor hem de bir söz alındığında bu senet olarak kabul edilip ona göre planlamalar yapılabiliyor.

Ülkemizde köşe dönücüler, sıralara kaynak yapanlar, başkalarının sırtına binenler “Dunning & Kruger Sendromu” kapsamında çoğaldıkça ve bunlar güç kazandıkça, bunlardan gelecek nesiller daha fazla güçlü ve evrimsel olarak kalıcı hale gelmekte olduğunu görmek üzüntü verici.

Bu konuda geç de olsa ya tutacağımız sözleri verelim ya da verdiğimiz sözü tutalım diyorum. Sağlıcakla, Ankara 07 Temmuz 17

—————————————————-

Bir önceki yazı –>AKADEMİK DENEYİM…   ya da     –>Ana Sayfa

Akademik Deneyim

2017 yılına girerken  hedefler listesinde durum şu şekilde idi:

Hedefler

-60+   yaş   : Üniversite Ders verme
-61-65 yaş :Olimpik Triathlon
-70 yaş      :  Maraton Devam…
-80 yaş      :  Yarı-Maraton
– …. yaş      : Hatıraları bir kitapta derlemek
-…… yaş      :  Dahası var

Gerçekleştirilenler

√ 60 yaş: Ph.D. İşletme,
√ 60 Yaş: İlk Maraton; 3h:46m
√ 58 yaş: Uzun mesafe koşu başlama
√ 48 yaş:  3 yıl süre ile ud dersleri
√ 40 yaş:  Özel sektör başlangıcı.
√ 37 yaş:  MBA

Bu hedeflerden en yakın olan “Üniversitede Ders Verme” olayı da 2017 yılı ilk yarısında erişilen bir olay olarak gerçekleşti. Her ne kadar Ankara’da bir üniversitede ders verme benim için daha uygun olsa da, yerleşik düzen açısından, gerek Ankara’nın bu konuda çorak olması ve gerekse buralara talebin fazla olması nedeniyle bu hedef İstanbul’da gerçekleşmiş oldu.

İstanbul Gelişim Üniversitesi Avcılar’da standart “Third-Tier” bir vakıf üniversitesi. Öğrenci sayısı açısından vakıf üniversiteleri arasında ilklerde, fakat gerek öğrenci başarı sıraları gerekse öğretim üyesi yerleşikliği açısından klasına uygun bir düzeyde. Ancak gerek mevcut akademik kadro gerekse yönetimdeki gençler iyi niyetli, gayretli ve güler yüzlü geldi bana.

Ekim 2016 girdiğim YDS-İngilizce sınavından aldığım yüksek not sayesinde İngilizce İşletme Bölümünde Yrd. Doç.Dr. olarak 61 yaşımda akademik hayata adım atmış oldum. Bir masa, bir laptop ile altı kişilik bir ofis odasında göreve başladım. Ve aynı gün, 6 Şubat 2017, ilk dersime girdim: “Business Administration”. Ancak daha ilk günden buralarda yerleşik garip alışkanlıkları da görmeye başladım. Meğerse ilk dersler, vize ve final öncesi ve sonrası haftaların dersleri ve daha bir çok olaya bağlı günlerde öğrenciler derslere girmezmiş :-( . İlk derste sınıfta sadece 3 kişi vardı, 31 kişilik listeden ve bu 3 kişiden 2 ‘si beni hiç yalnız bırakmadan 14 hafta “full” devam etti. Yine ilk günden öğrendiğim diğer bir konu da İngilizce ders verirsem kimsenin takip edemeyecek düzeyde İngilizce seviyesine sahip olduğu idi. Bunun sıkıntısını ve sonuçlarını daha sonra bizzat yaşadım. Öğleden sonraki derste de benzer bir tablo hakimdi. Ancak burada iyi haber dersin Türkçe olması ve herkesin Türkçe bilmesi idi.

Belki bu alanda çömez olmuş olmam fakat çok farklı alanlarda çalışma deneyimliyim diye bana 4 farklı fakülte-enstitüde 6 ders yazmışlardı (Buna sonradan bir ilave daha yapıldı). Toplamda haftada 7 ders ve 22 saat  işe doğrusu derse koyuldum. Bu da ayrı kulvarda bir maratondu benim için, dile kolay nerede ise 26 hafta (maraton 26 mil olması da bir tesadüf.) Anladım ki maraton koşmak bunun yanında çok kolay. Haftalık egzersiz yap, hazırlan, son günlerde yiyeceğine, içeceğine dikkat et ve koş, kendin, kimseye bağlı değilsin. Fakat burada her ders farklı bakışlar, anlamsız, anlamasız, ilgisiz.

Yıllar boyu kazanılan deneyim ve biraz da sabır hedeflenen bu maratonu da başarı ile tamamlamayı sağladı, bana. Nihayet Haziran ayı geldiğinde dersler bitmiş, sadece final ve ardından bütünleme sınavları kalmıştı.

İlk akademik deneyimin başarılı geçtiğini gösteren emareler ve geri beslemeleri almak mutluluk verici idi: Dekan hocanın gelecek yıl için kalmamda ısrar etmesi, öğrencilerimden “Hocam, Allah razı olsun sayende matematik öğrendik”, “İyi ki sizi tanımışım” gibi belki de herkese söylenen beylik laflar olsa da insan egosunu okşayan olgular…

“Meglio tardi che mai” kapsamında geç de olsa üniversitede ders verebilmiş, akademik bir unvan kazanarak “hocam” olarak anılmıştım. Listede bir maddeye daha çizik... Ankara, 30 Haziran 2017

önceki yazı–>SAHİP OLUNAN BEDEN… ya da –>Ana Sayfa

Sahip Olunan Bedene Sahip Çıkmak

Moleküler Biyoloji ve Genetik konusu gelecekte insanoğlunun varlığını ve alacağı şekli belirlemede etken bir bilim dalı olarak bütün hızı ile geliyor. Korkular, beklentiler ötesinde mevcut genetik ve kronik hastalıklara da çare olarak gösteriliyor.

Yaptığım basit bir taramada biz homo-sapiens-sapiens (HSS) grubunun mevcut durumunu tablolamak istedim. Ortaya çıkan resim bu konudaki gelişmelere ne kadar da muhtaç olduğumuzu açıkça ortaya koymakta. Tabi bu tabloda bir kişi bu hastalıklardan bir kaçına sahip olabileceği için toplam sorun sahibi HSS sayısında azalma olabilir. Diğer taraftan bu listeye alınmamış bir çok sorun da var. Basit bir istatistik hesapla genelde genetik fakat obezite gibi bazı durumlarda biraz da kendi gayretimizle(!) ortaya çıkan bu sorunların insanlığın % 70-80’ini etkilediği ortada. Geçmişle karşılaştırıldığında tüm kalemlerde trend yukarı doğru, yanı 2030, 2050’lerde eğer genetik ve sosyal olarak bazı gelişmeler yaşanmazsa tüm insanlık sorunlu kategorisinde olacak gibi. Nedir trendi yukarı gönderen kötü alışkanlık ve gelişmeler: Başta çevre kirlenmesi, aşırı ve bilinçsiz beslenme, SİGARA, SPOR YAPMAMA…

Yeni gelen genetik araştırma sonuçları daha da vahim sonuçlara işaret etmektedir: Anne-Baba’dan gelen GENOM yapısı insan çevresi ve alışkanlıkları sonucu değişmekte. Aslında genlerde biyolojik bir değişiklik olmasa da hangi genlerin açılıp-kapanacağı, yani işlevsel hale gelip gelmemesi zamanla değişmekte. Gençler için yani bir sonraki nesil oluşturma evresinde olan gençlerin 14 nesil sonrasına kadar bu genler etkin olabilmektedir. Örneğin sigara içen bir anne babanın genleri olumsuz olarak etkilenmekte ve sonraki nesiller hiç sigara içmese bile 14 nesil sonrası ancak bu sorun giderilebilmektedir.

Bu açıdan aşağıdaki tablo gerçeği paralelinde hiç bir gruba girmemiş şanslı kişilerden yada anne-babası sağlam genler bırakanlar bu ayrıcalığa şükrederek sahip oldukları anatomik yapıya sahip çıkmalıdır. Eğer aşağıdaki problemli gruplarından birinde ise bundan çıkmanın yollarını bulup uygulamalıdır. Bu listede en büyük rakam olan obezite ve diabetis mellitis diyet ve sporla önlenebilecek sorunlardandır. Alzheimer, Parkinson’s, hatta mental illness ve kanser bile sigara içmeme, sağlıklı yaşam ve sporla önemli oranlarda azaltılabilecek olgular olarak belirtiliyor. Bu listede geriye kalan ve GENETİK olarak önceki nesilden aktarılan sorunlar bile belirli oranlarda ebeveynlerdeki  GENOM yapısının yine aynı sebeplerden değişmesi, bozulması ve bunun uzun bir zincir olarak gelecek nesillere sürpriz fakat kötü bir sürpriz hediye olarak aktarılması olarak düşünülebilir.

O zaman hem kendimiz hem de 14 nesile kadar geleceğimizi zedelememek için “meglio tardi che mai” diyerek bugünden itibaren sigarayı bırakalım ve spora başlayalım derim…

problem area number of people affected notes
rare diseases 400.000.000
schirophenia 50.000.000
alzheimer 50.000.000
MS 2.500.000
parkinson’s 10.000.000
mental illnesses 350.000.000
disability 650.000.000
CVD (CardioVAscularDisease 400.000.000
diabetus mellitis 450.000.000
cancer 50.000.000
CKD(Chronic Kidney) 700.000.000 About 1 in 10 people have some degree of CKD. ESRD (End Stage Renal Disease) 5 millions)
http://www.worldkidneyday.org/faqs/chronic-kidney-disease/
obesity 2.100.000 Today, 2.1 billion people – nearly 30% of the world’s population – are either obese or overweight,
http://www.healthdata.org/news-release/nearly-one-third-world%E2%80%99s-population-obese-or-overweight-new-data-show
malnutrution, undernourishment 800.000.000
TOTAL 6.000.000.000

 

Hedef Ötesi…

iznik
İznik, Ayasofya Cami önü, Narlıca hareketten hemen önce…

22 Nisan 2017 günü güneşli bir havada başlanan fakat daha sonra sağanak yağış ikazı aldığımız bir ortamda İznik’ten Narlıca’ya minibüslerle hareket ettik. Narlıca’da son hazırlıkları tamamlayıp biraz ısındıktan sonra 50 Kilometrelik fakat 1700 metre irtifaya tırmanılacak bir rotada koşuya başladık, 200-300 kişi. İlk başta dar patikalardan sert çıkış ve inişlerden geçildi. İlk 9 Kilometrede bunun gibi dört tepe inildi çıkıldı. Bir tanesi o kadar eğimli idi ki, burada sabitlenen bir halata tutunarak aşağı inilebiliyordu. Müşgüle denilen ilk köy durağına gelindiğinde önümüzde daha 40K olduğunu düşünerek fazla enerji ve su kaybetmemeye dikkat ettik, yanımdaki koşu arkadaşım Oben Hoca (Pamukkale Üniversitesi) ile birlikte. Daha sonrasında fundalıklardan geçildi ve 15K ‘da Süleymaniye durağında yine yiyecek ve içecek ikmali yaptık, biraz da dinlendik fırsattan istifade.

Her ne kadar ultra-maraton olarak anılan bu olayda hedef sadece bitirmek olduğu söylense de, herkesin gizli-açık bir hedefi vardı. Ben de daha önceki koşucu ve yorumculardan aldığım bilgilerden yaklaşık yedibuçuk-sekiz saat hedef koymuştum, bitirebilme hedefinin üstüne. Burada kritik nokta ise sabah 10:30 ‘da başlayan yarışın 9-10 saate uzaması halinde karanlığa kalınacak olması idi. Ancak benim hesaplarıma göre 18:00 öncesi bitişe geleceğimi beni burada karşılayacak olan eşime söylemiştim. İlk durak Müşgüle’den  yola çıkıldığında henüz taze ve güçlü idim. Ancak burada başlayan ve Süleymaniye’ye kadar süren 6-7 kilometredeki sürekli yokuşlar ve çıkılan yükseklikle birlikte, zamanın ilerlemesi ile birleşen havanın soğuması gözümüzü korkuttu.

Süleymaniye’ye geldiğimizde burada sergilenen yiyecek ve özellikle sıvılara adeta saldırdım. Neyse burada da fazla oyalanmadan Oben Hoca ile tekrar yola revan olduktan sonra 17-18 Km. kah iniş kah çıkış, kah açıklık, kah fundalık, çamurlu, çimli, yapraklarla kaplanmış zeminlerden kendimize göre tutturduğumuz bir tempo ile kah koşarak kah yürüyerek geçtik. Bu geçişlerde manzara, temiz hava, sakinlik, duruluk bizleri büyüledi, adeta yorgunluğumuzu unutturdu. Daha önce okuduğum yorumlardaki yarışı bitirenlerin yarışın bu aşamalarında: “bir daha burada koşmam demeleri fakat yarış  biter bitmez gelecek senenin hesaplarını yapmaları” şeklindeki duyumları yineleyecek bir etki yapmadı bende, her anını zevkle geçtim diyebilirim. 08695bdc-450a-45da-ae28-393fa9358d5aGerçi aralarda Oben Hoca’ya “yine mi yokuş” şeklindeki şikayetlerim sadece laf olsun şeklinde idi. Derbent, son durak yerinde hem yorgunluğun verdiği rehavet hem de buranın son istasyon olması, bunun üzerine de 15 Km. daha koşulacak olması nedeniyle biraz fazla yiyecek ve içeceklere dalmış iken, yine arkadaşımın çağrısı ile yola koyulduk. Nasıl her çıkışın bir inişi olması gerektiği gibi,bundan sonrası iniş olması gerekirken, arada yine mevzi yokuşlara çatmamız biraz sızlanmalar neden oluyordu.

Nihayet artık tamamen iniş kısmına erişmiştik, 38.ci kilometrede. Bundan sonrası sadece geriye sayımdan ibaretti. Tutturduğumuz tempo ile son 10 Km. düz yolda İznik’e girmenin zevki başka olmuştu. Son 400 metrede Oben Hoca bana öndeki iki kişiyi işaret ederek, “Hocam sen var git öndekileri geç” dedi.

son metreler...Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler...
son metreler…Arka planda Hatice(eşim) ve deparla geçtiğim gençler…

Bunun üzerine son gücümle depara kalkarak öndekileri geçip bitişe geldiğimde, bir bekleyiş içinde olan eşim rahatladı. Çünkü bu yarışa yazıldığımdan beri aldığı duyumlar, mesafe, tırmanış hepsi onu endişelendirmiş ve sürekli beni bu olaydan caydırmaya çalışmıştı.

Artık üç yıl önce belirlediğim hedeflerin ötesine geçmiştim. Yaklaşık 300 kişi arasında 84 ncü,  “M55+ yaş grubu” kategorisinde yani 55 yaş-üstündeki gençler arasında dördüncü olarak, 7:20 gibi bir derece ile, bitirmiştim. Bilimsel açıdan bakıldığında: 2016 Yılı verilerine göre Türkiye demografisinde 55 yaş üzeri nüfus 13 milyon olarak belirtilmekte; ülkenin en bilinen ultrası olan İznik maratonunda bu grupta koşan sadece on iki kişiden biri olarak milyonda bir persente girebilmek, ayrıca istatistiki olarak anlam katmakta olaya.

Üç yıl öncesine kadar bir maraton koşabilmek hayal iken, daha da öte kategoride yer alan bir ultra-maraton bitirmiş olmanın zevki, bu olay içerisinde yaşananlar, görülenler ile birleşince para ile elde edilemeyecek şekilde bu hedefi daha da değerli kılmış, “Meglio tardi che mai” felsefesi bir kere daha gerçekleşmişti…
İznik, 22 Nisan 2017.

Not: Şimdi işin yoksa yeni hedefler ara 🙂

iznik
yükseltilere dikkat, çıkış-iniş sıklık ve eğimler

ultra-hedefler

“Meglio tardi che mai” felsefesi kapsamında öğrenmeye devam ediyorum. 3-4 yıl önce kendi kendime belirlediğim hedefleri, hem de zor olduğunu düşündüğüm ve ülkemiz kapsamında yüzbinde bir, milyonda bir erişilebilirlik olanları, birer birer geçerken çıtayı yükseltiyorum, öğrendikçe.

Bugün bir yerde gördüğüm bir lafı: “Çalışabilmek yeteneklerin en önemlisi”, çok beğendim. İnsan çok zeki, bir ya da birkaç konuda çok yetenekli olabilir; ancak çalışmadıkça, bu yetenekleri parlatmadıkça, kullanmadıkça pek bir işe yaramadan gelir geçer deniyor. Ancak fazla yetenek olmasa da eğer sistemli ve sabırlı bir çalışma sergilenirse erişilemeyecek hedef yok gibi.

İki yıl önce, ultra-maraton koşan birisi ile ilk telefon konuşmamızda, o zaman gerçekleşecek bir yarı-maratona katılıp katılmayacağını sorduğumda: “O kadar mesafe için ayakkabı bile giymem” demişti ki, o zamanlar henüz maraton koşmamıştım.

Zamanla doktora, akademik çalışma, maraton hedefleri birer birer aşıldı; Gelişim Üniversitesinde istediğimi bulamasam da, hayalini kurduğum “Calculus” ve diğer dersleri bitirmek üzereyim, hoca olarak. Artık etrafımda “Hocam” sesleri yükseliyor.

Şimdi, bu felsefe kapsamında oluşturduğum resimde ve 61 yaşımda,  daha önce hayalini bile kurmadığım yeni ve daha yüksek bir hedef belirledim, hem kendi kendime hem de okulu ortak kılarak: İGÜ adına İznik Ultra-Maraton 50 Km. dağ koşusuna yazıldım, 22 Nisan 2017’de, ve bunu bir çok yere deklere ettim bile. Geçen yıl 55+ yaş grubunda 10 kişi katılmış ve bitirmiş koca ülkede.  Eğer başarabilirsem, yaklaşık yedi saat sürecek bu olayı da tamamlayarak altı-sigma grubuna girerek daha iddialı hedeflere bakabileceğim.

Bütün bunları ilk satırlarda yer verdiğim “çalışabilme yeteneğine” bağlamayı düşünüyorum. Çünkü bu hedeflerin hiç biri durduk yere aşılmadı; yerine sabırlı, uzun ve bazen acılı çalışmalar, antrenmanlar gerekti, etraftakilerin acıyan bakışları ya da “bu yaşta delirdin mi” nidaları arasında. Halbuki atıl kalsam ne olacaktı ki: üç-dört yıl önceye dönsem ve ne doktora için yüzden fazla akşam-gece derslere gitsem, bazı genç, tecrübesiz ve kendini beğenmiş hocaların kaprislerini çekmesem, iki yıl, hatta ABD’de torunları ziyaretim sırasında gece yarınlarına kadar çalışmamış olsam, yine orada iken altı ayda 2000 mil antrenman yapmasam, Bahçelievler koşu pistinde 90 tur atarak maratona hazırlanmamış olsam belki çok daha az yorulmuş olacaktım, ancak daha mutlu olabilecek miydim?

2016-17 Bahar döneminde başladığım akademik yaşamda, Ankara’dan İstanbul’a gelerek başladığım göçebe yaşamımda, sırtımda kitap ve bilgisayar yüklü çanta ile her gün metrobüs ile okula gidip-gelerek, genelde ilgisiz ve isteksiz günümüz gençlerine saatlerce ders anlatmasam, bunlar için geceleri ve hafta sonları çalışamamış olsa idim, daha mi dingin ve kafam rahat olacaktı? Kim bilir?

Tüm bunları fazla kafaya takmadan şu İznik Ultrayı bitirdiğimde belki daha uçuk hedefler, 80 Km gibi ya da doçentlik gibi hedefler koyabilir miyim bilemiyorum, ancak şimdiden daha uzun vadeli hedeflerimde, Salim Dündar gibi, 80’de yarı-maraton, belki de o kadar yaşarsam 90’da 10 Km. çoktan yer aldı bile.

Ultra-hedefler: Ultra çalışma, ultra-çaba, ultra sabır, ultra zaman gerektiriyor… İstanbul 9 Nisan 2017

Yine Yeni Bir Sağlık Hikayesi

Sağlıkla ilgili başımdan geçenlerin yer aldığı pek çok yazı bu sitede yer almaktadır. Eeee…neden hala buralara gidiyorsun denebilir! Kontrol maksatlı hastane başvurularımdan her seferinde ağzım yandığından acil bir durum olmadıkça buralara gitmemeye karar vermiştim. Genelde yanlış sonuç veren tahliller, yanlış referans aralıkları, yanlış zamanda istenen tetkikler…

Ancak; son maceram ile ilgili ise tamamen masumum; şöyle ki ikinci dönem ders vermeye başlayacağım üniversiteden standart hemogram, TiT, Akciğer ve EKG gibi çok klasik ve tarihi raporlar istediler. Çaresiz  büyük bir üniversitenin Çayyolu’ndaki şubesine gittik, randevu alarak. Güler yüzlü bir dahiliye doktoru genç kızımız ne sorununuz var deyince, şükür bir derdimiz yok sadece şu tetkikler gerekti dedim, olasılığı çok düşük olan bir karşılama şeklini görünce sevinerek. Ancak bundan sonra ilahi komedi perdeler art arda  açıldı, dram ve trajedi türünde: Önce bir odadan barkodlar alındı, sonra kan vermeye başka bir odaya, ardından TiT için başka, EKG ve röntgen için başka odalara gidildi. Her odada hayattan bıkmış “bu yaşlıların burada ne işi var, ben kimim, neredeyim” soruları gözlerinden ve hallerinden belli kişileri bulabilmek için çaba sarf edildi. Ne ise kan alındı, idrar için gidilen laboratuvardaki ilgisiz bir şekilde oraya bırak dediği numune tezgaha bırakıldı, akciğer röntgen çekildi, ancak bunun raporu için merkez hastaneye gidilmesi gerektiği söylendi, bir kaç gün sonra. Buradaki kişi, üzerinde rapor yazan bölümdeki kişilerden merkezden nasıl rapor alınacağı soruldu, numara ile mi, klasik kimlik numarası ile mi diye;  çünkü başımıza gelecekleri bu yaş tecrübesi ile az çok tahmin edebiliyoruz. Tatmin edici bir yanıt bulunamadı. Fazla uzatmadan cevabı veriyorum: Bizden alıp çöpe attıkları barkod ile gidiliyormuş. Neyse EKG önünde sıraya dizildik. Tam benden öncekine sıra geldi, ki bunlar 80 yaşına yakın karı-koca idi, içerideki bayan EKG kağıdı bitti, paydos dedi. Ne yapacağız dedik, merkezden kağıt istedik öğleden sonra gelir diye yanıtladı. Neyse zaten tahlil sonuçları için öğleden sonra yine geleceğimiz için fazla dert etmedik, oradan ayrıldık.

Öğleden sonra geldiğimizde EKG odasına kağıt geldiğini fakat bu kez de EKG teknisyeninin acil bir işi için merkeze gittiğini öğrendik. Bu arada kan ve idrar sonuçlarını almaya gittik. Elimize tututturulan sonuç kağıdında hem kan hem idrar testi sonuçları olduğunu ısrarla bize yutturmaya çalışan görevliye bu konuda biraz literatür taraması yaptığımızı belli etmek üzere yine klasik WBC olarak başlayan ve başında hemogram yazan kağıdın sadece kan testi sonuçlarını ihtiva ettiğini izah ettik. Bunun üzerine çağrılan daha üst düzeyde bir görevli idrar test sonucunun henüz çıkmamış olduğunu ekrandan işaret etti. Laboratuvara gidip sorduk uzman; daha yeni geldiğini ve bir saat sonra sonuçların sisteme gireceğini söyledi.

İşimiz yok bekleriz dedik. bir saat sonra tekrar gittiğimizde sonucun hala çıkmadığını söylediler ki tam bu sırada lab görevlisini üst kata çıkarken yakaladık. Bize tüm testleri sisteme girdiğini ve elinde numune kalmadığını söyledi. Sekretaryanın sonucu görmediğini söylediğimizde biraz sonra geliyorum bakarım dedi. İyi bekleyelim dedik. Bu arada bir yarım saat daha geçti. Hastane sorumlusunu bulmak için yukarı çıkıp sorduğumuzda bize sote bir odayı işaret ettiler. İçeri girdiğimizde bize bekleyin diyen lab görevlisi ile bilumum diğer elemanların çay ve pasta partisinde olduğunu gördük. Bizi görünce hemen sisteme uzaktan bağlanan ve bizi bir yarım saat bekleten bayan raporun onaylanmamış olduğunu diğer bir yarım saat sonrasında çıkabileceğini söyledi.

Sonuçta sabahtan başladığımız en temel 4 kalemlik test sonuçlarından sadece biri, kan testi ve CD’ye çekilen akciğer röntgeni ki bunun da raporu merkezden gelecek, çıktık, diğer üç adet sonucu daha sonra alabilmeyi umut ederek, bu büyük üniversite hastanemizden.

Eve geldiğimde internet üzerinden sonuçları görebileceğimiz siteye girdik; evet idrar testi de çıkmıştı, ancak bir sorun vardı, 5 adet limit dışı değer gösteriliyordu. Bu konuda deneyimli olduğumdan, bu test limitlerini internette araştırdım, ayrıca daha önce çeşitli diğer sağlık kuruluşlarındaki limitlere baktım. Evet yanılmamıştım: Altında hem doçent hem prof. dr. imzalı rapordaki limit değerleri yanlıştı. Nasıl mı biliyorum? O kadar belirgin ve açık ki?

Sadece formalite icabı basit testler için bu kadar uğraşıp sağlıklı sonuçlar alamayınca,  buralara düşecek en ufak bir boşluk olmasın diye iyi ki sporum var   dedim kendi kendime, beni buralardan uzak tutacak tek enstrüman olduğunun bilincinde; çünkü diğer risk faktörlerinden sigara, kötü yeme-içme alışkanlıkları olmadığından. Şimdilik sadece yolda yürürken ya da spor yaparken, üstüme araba çıkma  ya da apartman çökme  riski kaldı gibi…16 Ocak 2017 Ankara

hasta olmamalı    taking care of your health4   taking care of your health3  taking care of your health1

81. nci Büyük Atatürk Koşusu

78-79-80 derken 27 Aralık 2016 günü, karlı ve soğuk bir havada 81.nci Büyük Atatürk koşusunu da tamamlama gururuna eriştim, koşu arkadaşlarım Sıtkı ve Aydın ile birlikte. Sıtkı sırf bu koşu için Eskişehir’den günü birlik geldi hızlı trenle; kendisi hızlı bir atlet ya hep hızlı tren kullanır. Aydın ise daha uzun süreli geldiği Ankara’da üstüne bir de mahsur kaldı kardan.

Koşunun hafta içi, Salı gününe isabet etmesi nedeniyle göğüs numaraları alma işi P.tesi gününe kalmıştı. Yine geçen yılkine benzer bir şekilde gerçekleşti olaylar. Klasik köy kahvesi gibi bir odada kara kalem listelerden adını bul, evrak göster, numaranı al. Halbuki en basit organizasyonlarda bile bir paket, çanta, torba sunulur, içinde T-shirtü, göğüs numarası, iğnesi, yarış çipi, tanıtıcı broşür vb.

Ertesi günü Keklikpınarı’na konduk hep beraber. Bu kez otobüsler yarış saatinden çok önce alanda idiler. Rekor sayıda katılımcı var diye haber çıktı; ancak yine de bu rekor sayısı bini bulmayan bir mertebede idi; bizim için rekor fakat benzer yurtdışı organizasyonları için küsurat. Neyse otobüste yanımızdaki bir Etiyopyalı ile muhabbet ettik, adı Sulti Gure Timbre. Erzurumlu yazıyor listede, hiç Erzurumlu görmesek… Kendisi iddialı olduğunu söyledi, düz parkurda 2:40 ile koşa bildiğinden bahsetti; tabi müthiş bir sürat. Sonradan yarışı genel klasmanda beşinci bitirdiğini listeden gördüm; hedefinin 28-29 dakika olduğunu söylemişti, gerçekten de 30 dakikada bitirmiş. Bu muhabbette Sıtkı epey takıldı adama, rakip olarak tanıttı kendini, korkutmak için. Sulti’nin hedef derecesini duyunca ben daha iyi bir derecede bitirebilirim sadece “1” farkla dedi: O da derecenin başına eklenecek “1” rakamı saat hanesine. Yarışa kadar olan bekleme süresini biraz bu şekilde geyikle geçirdikten sonra, klasik ısınma ve “Start Takında” resim çektirdik.

ata16_5

Yarış başladı, Aydın ile birlikte çıktık. Hedefim 45 dakika ile kendi PR dereceme erişmekti. Rahat koştum, ancak 46:07’de bitirebildim; PR eriştim ancak 45’ten birazcık sapma oldu. Bu dereceler de çok ilkel bir şekilde yazılıyor, bitiş hattında ki karmaşada. Federasyondan bir yetkili gelenleri kayıt sırasına sokmaya çalışıyor, eskilerin klasik emekli maaş kuyruğu gibi, orada masada oturan birisi de yazıyor. Halbuki dünyanın her yerinde çip ile tam olarak zaman tutulur, bizim federasyon bu teknolojiye erişememiş henüz. Zaten çıkışta da çip olmaması nedeni ile zaman kişisel olarak değil topluca başlatılıyor; önce çıkan karlı. Bu nedenle yarış başlamadan daha öne geçme kargaşa ve itiş kakış yaşanıyor. Ayrıca bitiş hattında yine geleneksel olarak sunulması gereken meyve suyu, muz, çikolata içeren yiyecek torbası bir yana içecek su bile yoktu.

Daha sonra heyecanla yarış derecelerine baktım; ata16_2bu yıl yaş grubu derecelendirmesi yapma zahmetine katlanmamışlar. Bu nedenle 2-3 gün sonra yayınlanabilen listeden çok sevdiğim “Excel” ortamında yaptığım analizde 60+ yaş grubunda katılan 50 kişi içinde en iyi dereceyle koştuğumu görmek ödül filan verilmemiş olmasına rağmen en azından teselli olmuş oldu.

Şahit olduğum ve üzüldüğüm bir konu da, yarış sonrası aynı T-shirt giyen bir grup gençle muhabbet sırasında hepsinin bir üniversitenin spor bölümü öğrencileri olduklarını öğrenmem ve bizim gibi 60 yaşındakilerden bile sonra yarışı bitirebilen gelecekte spor öğretmesi istenecek bu gençlerin çoğunun sigara içici olduklarını söylemeleri idi; nerede ise dörtte üçü sigara içtiklerini belirttiler 🙁

Koşu ile ilgili bir diğer anı da: Koşu sonunda Aydın ile birlikte bayrak taşıyanlara katılmak üzere aynı güzergahtan koşarak geri döndük. Özellikle 1-2 Km. geride, hala yarışta olan ve bizi gören gençler hayretle bitirdiniz mi, niye geri dönüyorsunuz diye laf attılar. Ben de bu mesafe bizi kesmedi, Keklikpınarı’na çıkıp bir daha ineceğiz diye cevap verdim; artık inandılar mı yoksa bunu bir hakaret olarak mı aldılar bilemiyorum. Anıtkabir Gençlik caddesi civarında Atatürk posterini taşıyan gruba erişip ucundan tutarak tekrar “finish” çizgisine geldik. Böylece ilk defa bir yarışta iki kez yarış bitirmiş olduk, Aydın ile birlikte. Belki de bir rekorlar kitabına filan girebiliriz: Bir sürü DNS, DNF (Did not Start, Finish: Yarışı bitiremeyenler) yanında iki kez yarış bitirenler olarak…  😆  

15781809_10154779206372591_1657307711171230322_n

28Aralık 2016 Ankara…

Tüyap Kitap Panayırı

12-20 Kasım TÜYAP Fuarcılık Merkezinde gerçekleştirilen Kitap Fuarı olarak lanse edilen “Panayıra” gittik yeğenim Şevval ile (14 yaşında), 19 Kasım Cumartesi günü. Hafta sonu olması nedeniyle , sanırım, çok kalabalık vardı. Emekli ve öğrencilere ücretsiz olduğunu kapıda öğrenince beş artı beş on liradan kurtulmanın sevinci ile kalabalığa aldırmada kapıya yöneldik. Girişte hemen Sarah Jio’nun konferans salonunda olacağının ilanını gördük ve hemen oraya yönlendiksarah. Ben önceden kendisini tanımıyordum; ancak Şevval hemen “Aman allahım, Sarah Jio” deyince hemen içeri daldık. İçeride Sarah’ın geçen yıl bu fuarda olduğunu fakat bu yıl telekonfrerans yolu ile bize katılacağını öğrenince biraz hayal kırıklığı yaşasak da olayı bekledik. Sarah üç çocuk annesi, çok sevimli ve güzel bir bayan olarak ekranda belirdi. Sorulan sorulara herkesin gönlünü alacak şekilde ve samimi yanıtlar verdi. Olay sonrası biraz salonları dolaşmaya başladık. Çeşitli kitapevlerinin kendilerine özgü tip ve anlaştıkları yazarlarla dolu stantlarını ziyaret ettik. Bu arada daha önceden belirlediğimiz kitapları da almaya başladık. İki ya da üç salon boş fakat bazı yazarların imzası için ayrılmış olduğunu gördük. Uğur Dündar, Muzaffer İzgü, Osman Pamukoğlu, Atilla Atalay, Ataol Behramoğlu, Erdal Sarızeybek, İhsan Eliaçık……………. iki bine yakın yazar farklı günlerde imza için orada idi. Benim dikkatimi çeken, örneğin 83 yaşındaki elli yıldır yazı yazan Muzaffer İzgü için bir kuyruk yok iken daha sonra yine Şevvalden öğrendiğim kadarı ile gençlerin idolü olmuş 15-20 yaşındaki çocukların önünde uzayan izdiham dolu görüntüler ve gençlerin klasik hayranlık çığlıkları oldu. 

Her ne ise Muzaffer Amca’nın en son kitabı “Çapulcumusun Vay Vay” kitabını imzalatarak satın aldık, resim çektirmeyi de ihmal etmedik.WP_20161119_12_27_08_ProDaha sonra önceden broşürden gördüğüm Onur Caymazı aramaya başladık. onurBunun nedeni “Entellektüelinden otobüs şoförüne dek herkes sonsuz özgüvenle yaşıyor artık. Ülkemde yaşadığım kırk yılın hiçbirinde bunca özgüven patlamasına tanık olmamıştım. Bunun sebebi gittikçe cahillik batağına saplanmamız sanırım. Zira bilmeyenlerin tüm bildiklerinden emin olduğunu; bilenlerin de hiçbir bilgisinden emin olmadığını biliyoruz. Bilmenin, düşünmenin doğasında var bu. İnsan bildikçe cahilliğini anlar.” şeklinde bir yorumunu gördüğüm Onur Caymazın bir kitabını almak ve kendisi ile tanışmaktı. Zira aynı konuda ben de çok müzdarip olduğumu daha önceki yazımda paylaşmıştım. Kırmızı Kedi yayınevinde Onur’u bulduk ve “Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu” kitabını imzalatarak ve bir de fotoğraf çektirerek aldık. Buradan başka standlara geçerek Şevval’in istediği bayağı kalın kitapları aldık. Bu arada Şevval Sigmund Freud Psikanalize Giriş Dersleri kitabını da isteyince epey şaşırdım.

Genelde tam bir kargaşa, kalabalık ve düzensizlik hakimdi ortama. Ancak ortama uymaktan başka şansımız olmadığından biraz da kalabalık daha da artınca ayrılma zamanı geldiğini düşündük ve Tüyap’tan çıkarak metrobus için üst geçide yöneldik; ancak kımıldamak ne mümkün, köprünün üzerinde sıkışıp kaldık. Bunun üzerine bir Ankaralı olarak korkarak geri döndük ve alternatif çıkışlar aramaya başladık. Bundan sonrası tam bir Survivor benzeri olduğunu söyledi Şevval. Bizim gibi açıkgöz diğerleri ile anayola çıktık ve geliş-gidiş otokorkuluklar üzerinden aşarak bir yerlere geldik. Buradan ilk duraktaki korkunç kalabalığı görünce bir sonraki durağa yürümeye karar verdik. İyi ki de böyle yapmışız; gerçi epey bir araba yolu aşmamız gerekse de bu duraktan rahatça metrobuse binerek geri dönüşe geçebildik. 20 Kasım 2016, Bakırköy

İstanbul’da yine ve yeni bir koşu hikayesi

Dalyan Caretta yarı-maraton sonrası durmadan İstanbul Maratonuna yönlendim. Bu kez 15K koşmaya karar vermiştim. İsabet de etmişim. Çünkü geçen yıl koştuğum maraton güzergahı ve nispeten güzel bir rotası olan yollar bu kez delik- deşikti, ertesi gün araba ile geçerken daha doğrusu bir saatten fazla sürede geçmeye çalışırken gördüğüm kadarı ile.

Bu sene ferdi olarak değil TEMA vakfı yararına koşmaya karar vermiştik arkadaşım Sümer Gürer’in önerisi ile. Bizim sınıfın ayakta kalan beş cengaveri, koşresimdeki sıra ile soldan itibaren:Ben-Aydın-Sümer-Cem-Sıtkı; çeşitli mesafelerde koşmak üzere bir araya geldik. Yarış günü sabah 07:00’da meşhur Büyük Klüp’ten hareket edecek vasıtaya binmek  için saat altı-buçukta Sıtkı ile otelin lobisinde buluştuğumuzda dışarıda fırtına, sağanak, yüksek dalgalar her türlü doğa olayları cereyan etmekte idi. Hatta o kadar etkili bir yağış vardı ki bizimle beraber gelip maratona katılacak bir arkadaş korkudan odasından çıkamamış ve telefonunu kapatmıştı. Onbeş dakikalık bir yürüyüş sonrası bizi olay mahalline götürecek araca buradan da köprünün herhangi bir noktasına ulaşarak malzemeleri bir telaş otobüslere bırakıp yarış çizgisi gerisinde bir yere konuşlandık, saat henüz sekiz, yarış dokuzda başlıyor. Bir saat yandakilerle muhabbet gelişti. Sağımdaki genç 70 yaşında imiş. Bir diğeri benle aynı, her gün otuz kilometre koşuyorum diyor. Önde br genç 22 yaşında, ilk defa koşacağını ve benim “pace” kaç olduğunu soruyor. Herkes heyecanlı. Neyse yarış başlıyor. Ancak her seneki kargaşa tekrar tekrar yaşanıyor. Normalde gelişmiş ülkelerin gelişmiş organizasyonlarında her kes kendi sür’atine göre önden arkaya bantlar halinde konuşlanır. Böylece koşu başladığında kimse kimsenin üzerine çıkmak zorunda kalmaz hatta aralar açılır. Bizde böyle olmadı. Hatta bir yıl önce köprü hem geliş hem gidiş koşuya açık olduğu halde bu yıl dönüş yoluna sokmadılar. Böyle olunca da iyice üst-üste bindik, koşuya gelen fakat yürüyen insanımız ile bizim olmazsa olmazımız 4-5 kişilik yan yana baraj kurmuş gruplarla. Bu hengameden Barbaros başında biraz kurtulabildik. Bundan sonrası klasik ve monoton bir süreç: Yine İstanbul’a turistik geziye gelmiş fakat sayıları her yıl azalan yabancıların teşvik ve alkışları, illa ki koşucuların arasından karşıya geçen vatandaşlarımız gibi. Her ne kadar hedefime erişememiş olsam da de 1:13 gibi bir süre de hiç yoktan iyidir dedirtti. Yaşlanıyor muyum neyim?  

Dördümüz yarış sonunda yine büyük bir kargaşa ve mücadele sonrası otobüslere teslim edilen çantaları kurtarmanın haklı gururu ile bir araya geldik. Sıtkı yine resim çektirme sevdasında geriden geldi. Aydın ise maratona katıldığından biz otelimize geri döndüğümüzde bile hâlâ koşmakta idi. Sonra hep beraber vapura sonra da otobüse binerek yarış başlarken ortaya çıkan ve halen devam eden güneşli havaya da teşekkür ederek otelimize döndük. Bu arada Galata köprüsünde Cem bize mısır aldı, Sümer de Büyük Kulüpte çay ısmarladı.

Olayın üzerinde nerede ise 72 saat geçti fakat organizasyon yarış sonuçlarını hala yayınlayamadı. Bu da çok ilginç: Çünkü üzerimize monteli çiplerle her hareketimiz bilgisayara anında kaydolunmakta. Yapılacak başka bir iş yok ki, sadece bu bilgileri siteye aktarmak. Bu yarış hariç nerede ise tüm yarışlarda olaydan bir-iki saat sonra sonuçlar açıklanır. Şimdi internetten bakıyorum sadece göğüs numarası ile kendi sonuçlarımızı görebiliyoruz fakat genel bir liste hala yok. Sanırım bu İstanbul’da katıldığım son olay olacak…İstanbul 15 Kasım 16

Not: 22 Kasım itibarı tekrar baktığımda sadece maraton için detaylı sonuçlar açıklanmış; fakat 15K genel listede yaş ya da yaş grupları ile ilgili bir sütun yok. Bu nasıl olabilir; kayıt formunda doğum tarihleri alınıyor. Çok ilginç! Zaten basit bir istatistiki tablo ile bu olayın gidişatının organizasyonu ile birlikte batmakta olduğu yorumu yapılabilir.

Yıl 2015   Yıl 2016
Koşanlar Kadın Erkek Toplam   Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 83 1.095 1.178   TÜRK 98 1.235 1.333
YABANCI 401 1.288 1.689   YABANCI 80 269 349
TOPLAM 484 2.383 2.867   TOPLAM 178 1.504 1.682

Toplam katılımda %40, yabancı katılımında %80 bir düşüş görülüyor. Ayrıca bu kadar katılandan maratonu bitirebilenler aşağıdaki tabloda.Bu korkunç bir rakam. İstanbul kıtalar arası maratonun ülkenin en önemli ve katılımı yüksek koşusu olduğu kabul edildiğinde Türkiye’de maraton koşan sadece bin küsur kişi olduğu söylenebilir. Benim açımdan iyi haber ise ben de bu bin kişi içindeyim, altmışından sonra başladığım faaliyette…

Koşanlar Kadın Erkek Toplam
TÜRK 68 1.016 1.084
YABANCI 65 226 291
TOPLAM 133 1.242 1.375

 

Hadrianopolis

Dedemin mezar taşında doğum tarihi olarak 1306 yazıyor; yani miladi takvime göre 1888 civarı. Buna o zamanlardaki gerçek olayla kayıt arasındaki gecikme kalomasını da eklersek Atatürk doğum tarihine kadar gider sanırım. Babamın taşında ise 1340 yazılı. Babamın çocukluk dönemine ait anlattığı sefalet, yokluk filmlerde bile işlenmemiş düzeyde; eşya yok, giyecek yok, yalınayak-başı kabak, yiyecek ise birkaç üründen ibaret o da kıtlık düzeyinde. Gençler cep telefonu da yok muydu diye sorarlar mı bilemem, ancak babamın 14 yaşında İstanbul’a kaçmasına kadar ayakkabısı bile olmadığını anlatması bir cevap olabilir sanırım. Bunun üzerine dedemin Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarında ki katlanmış sefalet ve ıstıraplarını es geçiyorum. Memlekete her gittiğimizde ziyaret maksatlı babama gittiğimizde buralarda kimsenin kalmadığını kalanlarında ellerindeki cep telefonu ve 30 yıllık araçlarından fazla ilave bir bolluk içinde oldukları şüpheli…

Yine Kasım 16 yine ziyaret. Sonrasında köyün yakınındaki bir levhadan sağa dönüyoruz: Hadrianopolis… Giriyoruz kazı alanına, bir yer üzeri kapatılmış, spor salonu gibi. Hemen güvenlik görevlisi bitiyor yanı başımızda; bilgili, ilgili, sevecen biri büyük şehirlerden alışmadığımız bir biçimde. Bizi bu kapalı alanda korumaya alınmış mozaikli kiliseye alıyor ve anlatıyor.  hadriaDaha sonra açıktaki hamam, ilerideki duvarları mozaikli bir villa ve toprak altında binlerce yıl kalmış ve şimdilerde tümsek olarak kabartılı topraklar altında çok geniş bir bölgede gün ışığına çıkmayı bekleyen saraylar, tiyatrolar, sığınaklar, su kanalları. Bu arada bizim memlekette evlere su 1962 yılından itibaren bağlanmaya başlanmıştı, tiyatro ise 2016 yılına kadar olmadığı için bundan sonra da olmayacak demek. Tarihi olarak burada M.Ö. 1. nci YY ‘da başlayan Roma devrinden çok öncelerinde yüksek medeniyet seviyesinde toplulukların yaşadığı bilinmekte, ancak daha fazla bilgi arkeolojik olarak yapılacak çalışmaları beklemektedir. Bölgede yaşayan ya da buradan göç eden ve şu anda yaşayan 80-90 yaşındaki akrabalarımız buralarda define avcılarının cirit attığını, altın bulabilmek için yaptıkları katliamlarda mezarların, binaların tarumar edildiğini anlatmaktadır. Buna rağmen çok azı açığa çıkarılan bölgedeki kalıntılardan 2000-3000 hatta 5000 yıl önceki medeniyet seviyesini hayal edebilmek mümkün: Evlerde sular, çok kaliteli ve sanat eseri mozaiklerle süslü toplumsal mekanlar, yaşam alanları, tiyatrolar, kütüphane. Yani bundan 100 yıl önce aynı bölgede yaşayan atalarımızın ve hatta günümüzdeki bizlerin yaşam seviyesi bundan 2000 yıl öncesine göre kaç yıl geride kaldığını düşünmeden edemedim… Eskipazar 09 Kasım 2016

Caretta Koşusu

Bu yılın yarışlarla dolu ilk altı ayını ABD’de geçirdiğimden Boston Yarı-Maraton harici bir koşum olmamıştı. Dönüşte, sonbaharla birlikte yeniden başlayacak koşulara bakarken bu yıl ilki düzenlenecek olan Dalyan Caretta Yarı-Maraton’u ilgimi çekmişti. Ankara’dan 700 kilometre uzak olmasına rağmen hem ziyaret hem ticaret (hem gezi, hem koşu anlamında) Caretta yarışına kaydoldum. Hedefim Boston’da elde ettiğim 1:40 altına inebilmekti.

Dalyan çok güzel bir mahalle, gözden uzak. Yarış organizasyonu tarafından önerilen otelleri inceledikten sonra “Murat Paşa Konağı” butik otelinde karar kıldım ve ilgili (Murat Bey) arayarak rezervasyon yaptırdım. Sağ olsun bir ön ödeme dayatmadan OK dedi. Yarıştan dört gün önce yola çıktık eşimle. Afyon’da durakladık. Burada yine internet üzerinden aldığım tüyolarla Hidayet Abi’de kaymaklı ekmek kadayıfı, Aşçı Bacaksızın tek sunumu olan tandır yedik. Biraz da etrafı gezdikten sonra Dalyan’a doğru yola koyulduk. İnternet haritalarında önerilen iki-üç rotadan Denizli üzerinden olanını seçtim. Yol güzeldi; ancak Kale sonrası Köyceğiz’e kadar olan araba yolu çok virajlı, iniş-çıkışlı ve dardı. Bir daha ki sefere bu yolu tercihe etmemeye karar verdim. Yolda bir de tekerlek patladı ve bu sırada da yağmur başladı. Nasıl oldu ise düzgün bir yolda Afyon-Sandıklı arası arka tekerlek yarılmış.  Tam durduğum noktada yollarda ürün satan ahalinin bir kulübesindeki genç Sandıklıda kayıtlı bir lastik ustasını buldu. Tabi lastik yarıldığı için stepne ile Sandıklı sanayi sitesine gittik, yeni lastik almaya. Karşımıza yaşlı fakat ince bir amca çıktı. Tam maşallah amca bu yaşta (82 imiş) çalışıyorsun derken ardından bir de nine geldi. Meğer bunlar meşhurmuş civarda. Ninem tek başına traktör lastikleri bile değiştirebiliyormuş eskiden. Burada  da işimizi halledip tekrar yola revan olduk.

Dalyan çok sakin idi yılın bu döneminde. carettaBurada ev almış İngiliz ve Alman vatandaşlar o kadar çok boldu ki etrafta, bisikletlere binen, koşan ve yürüyen; sanki Avrupa’nın ufak bir kasabasında gibi hissediyorsun kendini. Bizden ve kaplumbağalardan pek fazla ortalarda olmadığından genelde İngilizce ve Almanca konuşmalar havada yankılanmakta.

Yarış rotası düz ve genelde manzaralı idi. İlk dönüş noktası İztuzu plajına gelmeden hemen bayırların başladığı noktada kurulmuştu. Dönüş sonrası tekrar başlangıç noktasını geçip diğer dönüş noktasına kadar olan kısım klasik, renksiz bir yol şeklinde idi. Bence olay ismine daha uygun ve çekici olması açısından bu 1-2 Km. yokuşlar güzergaha dahil edilse, dalyanCarettaların olduğu plaja kadar gidilse (kırmızı renkli rota) ve böylece ikinci dönüşe yer verilmese daha ilginç olabilirdi. Ancak ilk defa düzenleniyor ve 700’e yakın yarışmacı olmasına karşılık organizasyon açısından başarılı idi, bence.

Yarış günü, 29 Ekim, hava Ekim sonu olmasına ve koşunun 15:45’te başlamasına rağmen sıcaktı, 27 derece. Yarıştan önce yaptığım stratejik ve taktik çalışma sırasında, rota, yükselti ve en önemlisi rakiplere bakmıştım. Yarışlara, benim yaş grubumda  (yani 30-35 yaş grubu 🙂 ) iki eski İngiliz atlet ve Ege Maraton dan uzatmalı iki atlet katılıyordu. Bunların derecelerine göre benim ilk üç şansım yoktu daha baştan. ancak ben kendi PR’ım için koşacaktım. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Normal bir homo-sapiens vatandaşı olarak bahaneler uydurmak gerekirse: Hava sıcaklığı ve bir aydır sürmekte olan bel çevresindeki sakatlıktan dolayı çalışmalardaki aksaklıklar belirtilebilir. Sonuçta 1:46:17 gibi bir derece ile yaş grubunda beşinci genel sıralamada 200 kişi arasında 46 ncı gelmişim. Burada tek teselli bayanlar kategorisindeki birincinin benden sonra yarışı bitirmiş olması idi. Bu arada eşim de bizden önce yapılan halk koşusunda yer aldı ve  ailece olaya katılmış olduk.

Ertesi günü de Dalyan’da kalarak hem dinlenme hem de tatile devam kararı aldık. Bu kapsamda Kargıcı koyu diye bir yere gitmeye karar verdik. Çok tehlikeli, virajlı yerlerden geçerek koya gittik, ancak bir Allah’ın kulu yoktu ve koy gölgede kalmıştı. Buradan yarışın teması olan Caretta kaplumbağaların bölgesindeki İztuzu plajına tekrar bu tehlikeli yollardan geri döndük. Burada biraz rüzgar ve dalga olmasına rağmen denize girdim, nerede ise Kasım ayında.

Kaldığımız Muratpaşa Konağı temiz, düzgün bir oteldi. Özellikle Murat Bey-Dilek Hanım (Özünal), sahipleri, çok kibar ve ilgili, çalışkan insanlardı. Buranın en önemli özelliği binanın dört bir yanını saran begonviller ve etraftaki kedilerdi, sanırım. Otelde kalanlar da yarış için gelen düzgün kişilerdi.muratpasa

Kısacası, bir çok macera, heyecan, spor, eğlence gibi olaylar yaşanmış olmasına rağmen, yaklaşık arabada 1500 km., koşuda 21 km. boşa harcanmamış oldu. 

 

 

Kuru Üzüm Habbeleri ve Akademisyenlik

Başlığa bakınca benim bile “ne alaka” diyesim geliyor. Kuru üzüm, üzümün kurusudur ve kuruyemiş olarak kabul edilmese de onun gibi çiğ tüketildiği gibi, üzüm hoşafı olarak ya da üzümlü keklerde de kullanılır. Rengine göre sarı ve siyah olmak üzere iki temel gruba ayrılır. Akademisyenlik ise ekşisözlük bulduğum Türkiye’de icra edilişi tam da “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır” düsturuna uygun yapılan iş (yoktur bir tanımı, asgari müştereği)  tanımına uyan bir kavram.

Altmış yaş hedeflerinde yer alan doktora konusunu hallettikten sonra, normal olarak belki bu yaşta bilgi ve deneyim birikimini aktarabilirim fazla iddialı olmayan bir okulda, hem de bir meşguliyet olur diye düşündüm. Bu kapsamda doktora yaptığım THKÜ ilanı üzerine akademisyen olmak üzere başvurdum. Sağ olsunlar son olaylar nedeniyle üç kişilik boş yer var diye çıkılan ilana iki kişi başvurduğumuzdan ve çok acil ihtiyaçları olduğundan yaşa-başa bakmadan tamam dediler, niteliklerin uygun. Bu arada okulda öğretim dili İngilizce olarak belirtildiğinden YDS veya eşdeğeri belirli bir puan isteniyor. Bunu önceden bildiğimden 1991 yılı KPDS aldığım yeterli puan geçersiz olur diye Eylül 2016 YDS sınavına da girmiştim. Kabul görebilmem için 22 Eylül’de açıklanacağı belirtilen sınav sonucunu elden götürmeyi planlıyordum. ancak ÖSYM sonuç açıklama sistemine girdiğimden “Sınav kurallarına uymadığınız için sınavınız geçersiz sayılmıştır” ibaresi ile karşılaştım. Her şeyde bir hayır vardır dedim ve ÖSYM ‘ye itiraz dilekçesi verdim.  Bir yanıt gelmedi tabi doğal olarak; ancak çağrı merkezinde belirli bir sürede sistemden atan sisteme uyabilmek adına 3-5 arayış sonrası oradaki bir gencin ağzından zorlukla alabildiğim “videoda izlenmişsiniz, yiyecek getirdiğinizden iptal olmuştur” cümlesi üzerine ayıldım. Evet gerçekten de öyle olmuştu: Sınava girerken yaşımız gereği arada destek olur diye biraz kuruüzüm ve çikolata getirmiştim. Sınav gözetmeni bunlarla sınava giremeyeceğimi ancak şeker sorunu varsa 10 adet kuruüzüm alabileceğimi söyledi. Benim de bir önceki kan testinde genelde yanlış ölçtüklerini bildiğimden önem vermediğim şekerim biraz fazla çıktığından tamam dedim. Gözetmen sınıfa ilan ederek “bu yaşlı amcanıza 10 adet kuruüzüm izni verdim ” dedi. Ben de gayet rahat 180 dakika sınav süresince bu 10 adet kuruüzümü arada ağzıma atmıştım.

Bu arada üniversiteden evrakınız eksik diye başvurumu kabul etmediklerini belirttiler. Bunun üzerine Lao Tzu Felsefesi  tesellisi ile  “hayırlısı” dedim arayan görevliye. Fakat bu arada bu 10 kuruüzüm habbesini olayını öğrendim ya, bir daha gideyim dedim ÖSYM’ye. Gitmeden önce de bir arkadaştan tanıdığı olup olmadığını sordum; çünkü önceki itirazda ÖSYM kapı-duvar, müracaatta bırakıyorsun dilekçeyi sonra sen sağ ben selamet. Neyse bir tanıdık bulduk, konuşurken benim eski KPDS girdi araya. YÖK ‘te çalışan ve bu düzenlemeleri hazırlayan yetkili üniversite öğretim üyeliği için KPDS-ÜDS-YDS zaman aşımı olamayacağını ve benim yeterli puana sahip olan KPDS’min geçerli olacağını belirtti (Bu arada bunu bilen bir üniversite yetkilisi de yok gibi). Hemen THKÜ’ne gidip ilgililere durumu ilettim ve KPDS belgemi sundum. Bir tanesi ben on yıldır bu işle uğraşıyorum böyle değil dedi. Konu ile görevli bir yetkili ise ben biliyordum zaten dedi ve belgemi aldı, gerekli girişimleri yapıp muhtemelen olumlu olarak geri döneceğini belirtti ve tabi dönmedi. Bu arada 60 yıl tecrübesi ile şunu belirtmek isterim Türkiye’de “size geri döneriz” lafı ile “üzerine soğuk su iç” lafının eşdeğer olduğu binlerce kez duymama rağmen  bu vesile ile bir kere daha yaşamış oldum.

Lao Tzu “Kral ve At Hikayesi” nasihatını bir kez daha okudum: “Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.” Bunda da bir hayır vardır diyerek…ve kuruüzümün bunca sayılan yararları arasında bir de zararını  yaşamış oldum. Ankara, 07 Ekim 2016

Not: Bugün, 15 Ekim 2016, girdiğim e-YDS sınavından 91.25/100 almışım; Hayırlısı…

Kaplumbağa ile Homo Sapiens

Kaplumbağa ile tavşanın yarış masalı herkes tarafından bilinir. Bilimsel olarak belirlenen değerlere göre bir kara kaplumbağasının hızı iki saatte bir kilometre, tavşanın ise saatte 48 km,  iki saatte nerede ise yüz kilometre olarak verilmekte; Clipboard01yani nerede ise tavşan yüz kat daha hızlı. Bu arada edindiğim bir bilgiye göre dünyanın en hızlı karıncası gümüş renkli sahra karıncası saniyede 0,7 metre koşabiliyormuş; yani dakikada 40 metreden fazla, Yeni Atabilge koşuyolunda bir turu 30 dakikanın altında tamamlayabiliyor bu hesapla.

Diğer taraftan şu anda dünyanın en hızlı insanı Huseyin Bolt; Berlin Dünya Şampiyonasında saatte 44.64 km (60-80 metreler arasında çıktığı 1.61 saniye süreli hızı),  16 August 2009. 

Bu veriler ışığında benim dikkatimi çeken bir konu günlük koşularımda karşılaştığım ve genelde dar koşu pistinde sorun yaşadığım spor yaptığını zanneden bazı kişilerin hareketleri. Genelde bu tipleri kulaklarında kulaklık ya da bazen nerede ise tüm yol boyunca telefon konuşmaları ya da yanındaki ile sohbet ederken yaptıkları hız. Bir gün koşu hariç otururken zaman tuttum bu tiplerden biri için 20-25 dakikada bir tur; anlamı bir kilometreyi 20 dakikada geçiyor. Yani sahra karıncası ile çekişebilir ve  biraz daha oyalansa kaplumbağa ile başabaş bitirebilir parkuru.

Bu kişilere harcadığı zamandan azami verim alabilmesi, muhtemel hedefleri olan kilo verme hususunda etkinliği artırma konusunda biraz daha hızlı gitmelerini söylemek isterim; ancak bu yaştaki deneyime bağlı olarak özellikle bayan olan bu sporculardan (!) gelebilecek tepkileri tahmin edebildiğimden vazgeçiyorum. Bazen koşu sonrası gevşeme için kaldığım spor aletleri alanında soru gelirse, öncelikle bir sağlık sorunu olup olmadığını soruyorum ve daha sonra kontrollü olarak ve tedricen süratini artırmasını tavsiye ediyorum.

Merzifon

Çocuklar Merzifon’a yerleşince, biz de normal olarak torun sevdası ile yeni yerler keşfetmeye devam ettik. ABD’nin en güzel tabiatına sahip “New England ” Bölgesinden geri henüz göç etmiş olmamız nedeniyle “Doğu Hizmeti” sayılan bu bölge bizi ilk başta ürkütmüştü, doğru söylemek gerekirse. Ancak, standart olarak kişisel dedikodu ve söylemleri eksik ve subjektif olarak gördüğümden, INTERNETE soralım dedim, her zaman yaptığım gibi. Genelde çok az malzemeye rastlasam da buranın sakin hatta gençler tarafından fazla sakin bulunduğunu okudum. Tabiat ve çevre olarak 800 metre rakım ve etrafta Merzifon’u çevreleyen dağların varlığı hava açısından umut verici idi. Öyle ki bu Temmuzu sıcaklarında bile öğleden sonra esmeye başlayan rüzgarlar bizi rahatlatan tabiat olayı idi. Biraz daha derinlere, tarihe inince, Merzifon’un önemi ve kalitesi, her ne kadar yıllar içinde yitirilmeye devam ediyor olsa da, ortaya çıkmaya başladı. Bir kere Karadeniz’i iç kesimlere bağlayan yolların kesiştiği stratejik bir noktada kurulmuş Merzifon; geniş düzlükler ve bol su. Eskiden dört tarafını çevreleyen dağların orman ve güzel hayvanlarla dolu olmuş olması, zaman içinde klasik bir hikaye kapsamında buradaki ağaçların yine burada oturanlar tarafından yok edilmesi sonucu, doğal güzelliklerin ortadan kaybolmasına neden olmuş. Bu konu bana hep Nasrettin Hoca’nın bindiği dalı kesmesi hikayesini hatırlatır. Özellikle de ilk bakışta balta girmemiş orman görüntüsü sunan fakat yaklaştıkça içendeki evler ve canlıların görülmeye başladığı müthiş “Reading, Massachussets” doğal çevresinden dönüşte, bu durum içimi burktu.

Merzifon bahsedilebilecek konulardan biri de buradaki Merzifon Fen Lisesinin binası. Clipboard02Bu binada eskiden Merzifon Amerikan Koleji imiş ve Wikipedia’dan öğrendiğim kadarı ile İngilizcesi The Anatolia College in Merzifon ya da American College of Mersovan, 1886 ile 1924 yılları arasında ABD misyonerleri tarafından yönetilmiş Merzifon’da kurulu karma bir lise faaliyet göstermekte imiş. İstanbul’daki Robert Kolej ve Tarsus’taki kolej kapsamında üçüncü bir Amerikan kolejinin buralarda kurulmuş olması her ne kadar siyasi ve stratejik bazı nedenlere dayansa da bölgenin kalitesini ortaya koyma açısından önemli diye düşünüyorum. Kolejin hemen karşısındaki saat kulesi ve binası maalesef yıkılıyor. Tarihi bu kadar harap etmek ve terke etmek bizim kültüre has bir olgu gibi. Tabi bu yazıda Merzifon’u tanıtmak amacı olmadığından buradaki geniş tarihi eserlere fazla girmiyorum. 

Merzifon’un Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir modern görünüme sahip olduğunu gördüm. İnsanlar ve özellikle bayanlar rahatça istedikleri şekilde giyinip caddelerde gezinebilmekte, çay bahçelerinde oturabilmekte, araba kullanabilmekte hatta dükkan işletebilmekte, kimse de dönüp bakmamakta. Bu açıdan İstanbul ve Ankara’nın pek çok bölgesine göre modern bir yaşam biçimi var. Normal olarak yaklaşık 50 bin nüfuslu bir şehrinde fazla çarşı mağaza varlığı beklenmemesine karşın burada yeterince güzel, düzgün alışveriş olanağı, tarihi alanlarda restoran ve kafeler, geniş caddeler, haftanın her günü ve akşamları geç saatlere kadar açık. Her istediğin kolayca bulunabiliyor. Ayrıca çevredeki köylerden gelen doğal köy ürünleri de kolayca bulunabilmekte. Bu kapsamda misafir olduğumuz evin hemen yakınındaki bir çiftliğe giderek aldığımız henüz sağılmış keçi sütü ve isteğimiz üzerine tavukların alından yeni alınan ve sıcaklığı üzerinde yumurtaların lezzeti Ankara’da erişemeyeceğimiz bir olay oldu. Diğer bir dikkatimi çeken konu da hiç başıboş köpeğe rastlamamış olmamdı. Koşarken özellikle geniş bahçeli evlerden köpek havlamaları geldi, ancak hepsi sahipli ve bağlı idi. Ankara’da özellikle Yaşamkent’de her boş arsada hatta alışveriş merkezleri, banka kapıları önünde serbestçe dolaşan köpekler aklıma geldi.

Yaşam maliyeti normal olarak Ankara, İstanbul’a göre çok düşük: Ev kiraları nerede ise üçte biri, düzgün yeni bir binada, yiyecek ve pazar fiyatları ucuz, ulaşım, zaten her yere yürüyerek ve bisikletle gidilebilir, nerede ise sıfır maliyet. Kontörlü su aldık elli lira karşılığında 20 metreküp su yüklediler. Ben bugün Ankara’dan 50 liralık su kontör yükledim, 4,14 metreküp yüklendi  diye fiş verdi makine.

Samsun’a, Amasya’ya, Çorum’a yakın ve bunların merkezinde bir coğrafik konumda olması bir avantaj. Bunlardan Amasya 40 kilometre ve gerçekten gezilmesi, görülmesi gereken bir yer, tarihi eserleri, ırmağı ve ırmağın etrafındaki tarihi evler, Safranbolu evler gibi. Bu konuyu başka bir yazıda yazmayı düşünüyorum. Ayrıca Samsun’a erişimle denize de erişim sağlanmış oluyor. Leblebi ihtiyacı için ise Çorum hemen yanı başında.

Burada tespit ettiğim üzücü bir olay ise tek ve iki katlı bahçeli evlerin büyük şehirlerde olduğu gibi birer birer yıkılarak ve bahçelerindeki tüm ağaçların kesilerek, ağaç kesmeye bu kadar meraklı bir kültür herhalde yoktur dünyada bizden başka, yerlerine bir karış bile topraklı alan ayrılmamış apartmanların dikiliyor olması, yine rant kapsamında. Halbuki kalan evlerden anladığım ve gördüğüm kadarı ile, bu bahçeli evlerin nerede ise hepsi bakımlı ve restore edilmiş, bahçeler düzenli, meyve ağaçları dolu. Ankara, İstanbul ya da başka şehirlerdeki tuğlalı, sıvasız, penceresiz çıkılmış kaçak katlı ve inşaat demirleri uzayan evlerinden farklı olarak hepsi sıvalı, boyalı, düzgün, modern villa tipi evler. Çok yakında bu evlerin de ortadan kaldırılması, katledilmesi sonrası birbirine bitişik, bahçesiz, ağaçsız, topraksız evlerde stresli bir Merzifon ortamı devreye girmiş olacak.

Tabi Merzifon’da bulunmanın tadını çıkarmak için etrafı tanımada en Merzifon_Tavsan_Dagetken yöntem olarak gördüğüm koşularıma burada da deva ettim. Özellikle Tavşan Dağına koşarak çıkabilmenin ve buradan Merzifonu seyretmenin tadını anlatamam. Ortam resminden de anlaşılabileceği gibi 5-6 kilometre nerede ise 45 derecelik bir açıda koşarak 1300 metre irtifaya kadar tırmanmam iyi bir “hill” egzersizi oldu. Bunun dışında caddeler koşmaya pek müsait değil ve bu kadar düz bir arazide bisikletli ve koşan nerede ise benden başka kimse olmaması nedeniyle fazla dikkat çekmemek için koşularımı buradaki lojmanlar bölgesindeki, bir zamanlar yapılmış fakat koşan, yürüyen olmadığından otlar bürümüş koşu yolunda yaptım.

Bu kısa kalış sırasında tespitlerim bu kadar. Tekrar gidişimde daha derinlere, uzaklara koşarak daha fazla bilgi ekleyebileceğimi düşünüyorum.