Back to Turkey_Yolculuk

Altı ayın nasıl geçtiğini anlayamadan Türkiye’ye dönüş saati geldi çattı: Boston Logan Havaalanı ve Münih üzerinden doğrudan Ankara. Bu süreçte de bazı gözlemlerim oldu ister istemez. Logan’da bindiğimiz Airbus A-340 uçağı 400 kişilik ve uçak tam olarak dolu. Uçağa binişte her zamanki gibi kapıya doğru bir yığılma oluyor anonsu müteakip. Burada insanlar arasında farklılık yok, ister Amerikalı ister Türk psikolojik olarak kapıya gidiliyor. Belki eldeki bagajlar için yer bulamama endişesi, her ne kadar bugüne kadar yaptığım yüzlerce uçak yolculuğunda kimsenin bagajı elinde kalmadı, belki de tamamen duygusal bir acelecilik. Logan’da da benzeri oldu uçuş saati yaklaştıkça; düzgün olmasa da bir sıra oluştu ve insanlar beklemeye başladı. Uçağa biniş safhaları yine standart önce sakatlar, çocuklular, “Business Class” ya da belirli ayrıcalığa sahip kişiler ve sonra biniş kapısına göre koltuk numaralarına göre anons ediliyor, Hiç bir kargaşa yaşanmadan 400 kişi kısa sürede uçağa alındı ve uçak zamanında kalktı.

Münih Havaalanında Lufthansa’nın Ankara uçuşu için kısa sürede kapıyı bulup gittik, eşimle birlikte. Biraz gecikme oldu ayrıca kapı ve uçak değişikliği yapıldı, normal. Ancak bizim 150 kişilik Airbus 320  uçağın yarısı boş olduğundan 70-80 kişilik bir kalabalık vardı. Herhalde son olaylar ve bayramın son günü olması etkilemişti. Bekleyenler kapıya hücum etti adeta, sanki uçak kaçacakmış gibi. Boston’da ki 400 kişinin sırasından sonra burada tam bir dairesel sıra oluştu kapıyı çevreleyen. Burada ilk önce dolmuşçuluk kültürümüzün etkili olabileceği aklıma gelmiş olsa da, binenlerin çoğunun uzun süre yurtdışında bulunmuş oldukları ve hatta burada doğup büyüdüklerini düşününce bu tezimden vazgeçtim.

Diğer dikkatimi çeken bir konu da 400 kişilik Boston uçağında sadece bir sakat arabası ile binen olduğu halde bizim çok daha küçük grupta üç ya da dört sakat arabası ile gelen gruplar vardı. Yine Boston’da sadece bir kişi bu sakata refakat ettiğini belirterek öncelikten yararlandığı halde Münih-Ankara seferindeki sakat arabalarına yapışık beşer-altışar refakatçi olması idi. Hatta kapıdaki Alman bir arabanın arkasından ambulansın arkasına takılır gibi takılıp gelen kalabalığı görünce korktu ve bu kadar kişi de beraber mi diye sorguladı. Sonradan iş anlaşıldı ki bu grupta alakasız iyi giyimli karı-koca refakatçinin arkadaşını kuyrukta tanımış ve hemşehrilik ayağına gruba katılmış masumane. Alman biraz ısrar edince ikili gruptan ayrılmak zorunda kaldı pişmiş kelle gibi sırıtarak. Daha sonra gelen yine kalabalık bir refakatçinin itelediği arabadaki genç kıza bakarak acıdım, bu yaşta sakat kalmış yürüyemiyor diye.

Arabalılar bitince çocuklular gelsin ilerü denilince yine ikinci bir dalga kapıya hücum etti ki Alman kapı görevlisi Viyana kuşatması zannederek gardını aldı. Bir aile 18 yaşındaki çocuğu ile barajı geçmeye çalışırken, Alman  çocuk nerede diye sordu, “Ahaa bu” denince bir “offf” çekti. Gerçekten çocuklu olanlar öndeki kalabalığı geçemediğinden geride kaldılar. Bunlardan bir ailede anne ileri atılıp kalabalığı yardı fakat baba hem elinde araba hem de biraz çekingen olduğundan geride kaldı. İkilinin arasına Buiness Class iki Alman vardı. Kadın bunlarla kavgaya girişti, neden kocamla aramıza girdiniz diye, halbuki biniş hakkı onlarda idi. Bu arada, sanırım okuma yazması olmayan yaşlı bir teyze, bu uçak Ankara’dan geçer mi diye sorunca, buralara kadar dil ve okuması olmadan nasıl gelip gidebildiğine şaşırmadan edemedik. 

Neredeyse yarısı boş olan uçağa sağ salim binerek kendimize bir yer bulabildik. Çünkü uçağın içinde o kadar bir karmaşa yaşandı ki, hostesler bile pes edecek hale geldi. Birden  bir mucize oldu: Sakat sandalyesindeki küçük kızımız yürümeye başlamıştı. Memlekete kavuşma duygusunun nelere kadir olduğunu bir kere daha bu vesile ile öğrenmiş olduk. Aynı kızımız Ankara’da ayağını yurt toprağına basınca çok daha dik ve vakur yürümeye başlamıştı. Bu konunun uzmanlarca ele alınması diğer sakatların tedavisinde çığır açabilir. 

Normalde uçaklar artık körüklere yanaştığından önden inilir. Bizim uçak da körüğe geldi. Zaten Ankara’da genelde boş olduğundan her zaman yer bulunur. Bu nedenle herkes öne doğru meylederken, ortanın arkasındaki sıradaki bir bayan daha önce inme olasılığına karşı oğluna “arka kapıyı da açacaklar, gözünü ayırma” demesi daha Türkiye’ye gelmeden uyanıklık egzersizi yaptığını düşündürdü bana. Malum burada uyanıklık, başkasının hakkını gasp ederek sırada öne geçme, trafikte kaynak marifet ya. Yine önden inilirken normalde sıralar çözülerek inilir; öndeki koltuklarda oturanlar beklenir. Bizde bu da olmadı: Arka sıralardan yine ön sıralardakilerin önüne geçmek ayrı bir marifet olarak kullanıldı.

Neyse sağ salim geldik ve bavullarımız da tamam olunca neşeyle evin yolunu tuttuk. Welcome to Turkey…Ankara, 08Tem16

ABD: Sistem İşliyor

A federal safety agency that investigates airplane failures, commercial truck mishaps and train derailments is taking a look at a Michigan road crash that killed five bicyclists to determine if lessons can be learned to prevent a similar tragedy.

bicycles

7 Haziran 2016 günü ABD Michigan Eyaleti Kalamazoo şehrinde yol kenarında bisikletler için ayrılmış şeritten gitmekte olan bir grup bisikletliye 50 yaşındaki bir Amerikalının kullandığı kamyonet çarpmış ve beş kişinin ölümüne bir çoğunun da ağır yaralanmasına neden olmuştu. Dünyada ve özellikle Amerika’da bisiklet olsun, koşu olsun, triatlon, jogging bu tip “outdoor” spor olaylarına katılım son yirmi-otuz yıldır hızlı bir şekilde artmakta. Bunda iletişimin gelişmesi ve insanların sosyal medya üzerinden birbirlerini etkilemeleri kadar artan refahla birlikte gelen obezite korkusunun da etkisi büyük. Türkiye’de de bir çok bisikletçi ve koşucu çok daha elverişsiz ve uygunsuz yollarda spor yapmaya çalışmakta ve sadece benim çevremde bile pek çok bu tip kazaya uğrayan var. Kaza olmasa bile sataşma ve her an bir sürücü ile gırtlak gırtlağa gelme durumlarından sabır çekerek kaçınabiliyoruz, ben ve sporcu arkadaşlarım.

Her ne olursa olsun bisiklet kategorisinde en korkunç bir olay olarak tarihe geçen bu kazanın nedenleri olarak sürücünün alkollü olma olasılığı ortada; sürücü yakalandı ve sorguda; epey bir ceza alacağından şüphe yok. Ayrıca burada yine bizde olduğu gibi takdir-i ilahi deyip bir-iki yılda salıverilme durumu da söz konusu değil.

Bu yazıda belirtmeye çalıştığım bizdeki gibi her kazanın ardından yazılan çizilen: “Sürücü direksiyon hakimiyetini kaybetti” ya da “Kaygan yol beş can aldı” gibi muğlak ifadelerle olayı geçiştirmek ve bir sonraki muhtemel kazayı önleyici tedbirleri düşünmemek şeklindeki yaklaşımdan ne kadar farklı hareket edildiği; ilk paragrafta olayla ilgili haberlerden bire bir alıntı yaptığım uçak kazaları, kamyon devrilmeleri ve trenlerin raydan çıkmalarını incelemekle görevli bir Devlet Güvenlik Biriminin bu kazayı mercek altına almış olması ve benzer trajedileri önlemek için bu olaydan çıkarılacak dersleri belirleme çalışmalarına başlamış olması ile ilgili haber.

Tabi burada olayın daha önceden önlenmesi, ne kadar gelişmiş olursa olsun bir ülkede her seviyeden insanların ve özellikle alkol, uyuşturucu etkisinde ne kadar tehlikeli olabileceklerini öngörerek gerekli tedbirlerin kaza öncesinden alınmış ve bu tip bir olayın yaşanmamış olması, şimdilik dünyanın en gelişmiş ülkesi* sayılan ABD için, çok daha beklenen bir durum olarak değerlendirilebilirdi. Ancak ABD yaşam tarzı ve kurulan demokratik sisteme göre** kişinin o işi yapabileceği yönde emareleriniz olsa da delil olmadan bir işlem yapamıyorsunuz. Diğer taraftan bu ve bunun gibi binlerce olayın da birer birer öngörülüp önlem alınması da zor. Gördüğüm kadarı ile burada (ABD) bir sistem kurulmuş ve herkesin bu sisteme uyacağı varsayımına göre insanlar yaşamlarını sürdürüyor. Örneğin yaya geçitlerinde, yol ayırımlarında tüm araçlar gece-gündüz, diğer tarafta araç olsun olmasın “STOP” işaretine uyarak durması ve ondan sonra tekrar hareket etmesi beklenmekte. Bu düzen üzerine yaya geçidinden geçen yayalar uzaktan arabayı görse bile onun duracağını düşünerek yada düşünmeden otomatik olarak yola çıkar.  Bir aracın durmaması için bir önlem yok, sadece sistem ve muhakkak bir ceza verileceği korkusu, ayrıca insanlara saygı rol oynuyor. Sistem ilk önce kurulmuş, sonra yaşanan olaylardan ders alınarak muhakkak eklemeler ve değişikliklerle en iyiye doğru yönlendirilmeye çalışılıyor; en azından bunu yapacak yine bir sistem, kurumlar ve bilinç mevcut, diye düşünüyorum.

Bundan sonra mecburen araba yollarına yakın seyreden bisikletçiler ve uzun mesafe için egzersiz güzergahını buraya yönlendiren koşucular buraları kullanmaktan kaçınır mı? Hiç sanmıyorum… Reading, 16 Haziran 2016. 

* Burada ABD için belirtilen en gelişmiş sıfatı tartışmaya açıktır; hangi açıdan en gelişmişi vb. ** Anayasanın birinci ek maddesinde yer alan yer alan hak ve özgürlükler kapsamında.

 

 

 

 

 

 

Nostalji

Her zaman bahçe işi ile uğraşan Amerikalı komşumlarımızı “grand-tuvalet” görünce merakla sordum “bu ne hal?” diye; “torunumuzun anaokul mezuniyet töreni vardı” diye yanıt aldım. Sonra yakındaki bir ilkokula (Barrow Elementary) , orta ve liseye (Parker School) vereceklerini söylediler; yani sonraki oniki sene hangi okula gideceği belli. “Zaten” dedi büyükanne “babası da aynı okullara gitmişti, ben de aynı okuldan mezunum”. Yaş yetmiş, okulu, çocukluğundan beri oturduğu evi, evinin önündeki ulu ağacı, yolu, çevre hep aynı. Senin baban da mı bu okula gitti diye sormadım artık. Amerikanın tarihi nedir ki, 1600 yıllarına ancak gider deriz, bizim binlerce yıllık tarihimizden dem vurarak mesnetsiz sohbetlerimizde. Ancak burada o kadar çok ev tarihi olarak işaretlenmiş ki. Hepsinin duvarında da inşa tarihleri yazıyor; 1600, 1700’lü yıllı. En çok da bir tek dalının kesilmesi bile yasak olan yüzyıllık ağaçlar, sanırım nesillerin hatıralarını saklıyorlardır ulu gövdelerinde. Bizde 15-20 yıllık evler eski kabul edilirken, burada satılık evlerin çoğu 50 yaşından fazla, belki biraz restore edilmiş o kadar.

Birden gerilere döndüm, binlerce yıllık tarihe sahip ülkemize; Karabük’te gittiğim ilk ve ortaokulum yıkılmış, yerinde yeller bile esemiyor; çünkü üzeri asfalt ve arabalarla dolmuş, Atatürk İlkokulu ve Merkez Ortaokulunun. Karabük. Anadolu’nun pek de büyük olmayan bir şehri, ne kadar sanayileşmiş olsa da, sanki başka yer yok araba yolu geçecek üzerinden. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerdeki durum çok daha büyük çaplı; ne okul ne ev, ne tarihi bir eser kalmış. Kalanlar da kale duvarlarından kat kat yüksek sevimsiz, zevksiz birbirinin aynı apartmanlar arasında kaybolmuş. Sonradan gittiğim tarihi Deniz Lisesi, Harp Okulunun yerine taşınmış, Harp Okulu da Tuzla’ya kaymış. Allah’tan binalar duruyor diyecektim, ancak en son görenler buraların içler acısı halinden bahsediyorlar; bakımsızlık, ilave gecekondu binalar nostalji duyulacak bir görünüm bırakmamış yerine hüzün ve hayal kırıklığından başka. 

Sadece binalar mı? Sistem diye bir şey kalmamış, her yıl değişen ve bilime, medeniyete, gelişmişliğe karşı kılıç çekmiş bir karmaşa. Çocukların bir yıl bile sonrasında hangi okula hangi sistemle gideceği belli değil, bu kadar emek, stres ve harcamaya karşın. Mantar gibi biten özel okullar, vakıf ( 😛 ) üniversiteleri, yılların emeği ve verdikleri binlerce öğrenci deneyimi üzerine bina edilmiş meşhur ya da daha az meşhur okulların temelleri üzerine çörekleniyor, içleri boşaltılmış sadece beton ve çelik biraz da yabancı mobilya, elektronik materyal ve fayanslarla. Sadece yabancı okullar biraz kalabiliyor: Robert Koleji , Üsküdar Amerikan Koleji , Alman Lisesi, Georg Avusturya Lisesi, St. Joseph Fransız Lisesi, Notre Dame De Sion Fransız Lisesi, İtalyan Lisesi, Saint Benoit Fransız Lisesi, Saint Michel Fransız Lisesi, Galileo Galilei İtalyan Lisesi gibi.

Sadece okullar mı? Çocukluğumuzun geçtiği ev, sokak, top sahaları, sinemalar; hepsini yıktılar, yıkıp yaptıklarını tekrar yıkıyorlar sadece para için. Ankara’da, İstanbul’da adı Bahçelievler olan semtler, gerçekten duvarlarından güller fışkıran evlerle dolu idi, daha 30-40 sene öncesinde bile. Ankara’dakiler yine yıkılıp dört katlı yapılıyor etraflarında göstermelik bahçeye benzetilen alanlar ile. İstanbul tam bir felaket; evler yan yana dizilirken gökyüzü sadece iki yandaki apartman duvarından dolayı kafamızı doksan derece yukarı kaldırınca görülebilir halde. Gidilebilecek kamu bahçe ve parkları ise sadece cep şeklinde ve yine “…mış gibi”.

Çocuklarımıza göstermek için bile mostralık en ufak bir kalıntı bırakılmamış. Halbuki gelişmiş ülkelerde hala Orrtaçağ’daki yapılar ve mimarisi ile çivi çakılmadan kalan binalar, bahçeler, ağaçlar ile dolu ve bunlar bir nevi kutsal emanetler gibi korunuyorlar. Geçmişinden bu kadar kısa sürede bu kadar kopuk hale getirebilmek bir memleketi, tümüyle sadece bizim kültüre mahsus olsa gerek. Bu konuda da gıpta ettim Amerikan komşulara…Reading, 14 Haziran 2016.

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun

Sonunda tuz bastım gönül yarama
Nice dağlar koydun, nice, arama
Seni terk edip de gitmek var ama
Ah bu şarkıların gözü kör olsun

Belirli bir yaşa kadar bir yere bağlı kaldıktan, oraların kültürünü, değerlerini aldıktan sonra, çok daha iyi bir çevre ve karşılaştırılabilecek farklı değerlere rağmen başka diyarlar yavan kalıyor. Kişiden kişiye değişse de, yeri değiştirilen ağaç gibi ayakta kalma olasılığı daha düşük gibi geliyor insana. Belki bu yüzden yaşamla ilgili kararları çok daha gençken almak daha faydalı, özellikle yaşanacak yer, meslek seçimlerinde. Sonradan ortama uymada çok sorunlar olabiliyor: İlk olarak yaşamsal ihtiyaçlar için buradaki sisteme dahil olabilmede ya önemli bir birikim ya da iyi bir iş gerekli. Kendi ülkendeki sosyal güvenlik geliri buranın sisteminde pek fazla katkıda bulunamıyor (Halbuki tersi geçerli: Örneğin ABD ya da Almanya’dan emeklilik maaşı alan bir kimse, bu maaş en alt seviyeden bile olsa Türkiye’de önemli bir gelir haline dönüşüyor.) Daha sonra barınma konusunda: Buralarda evler çok pahalı ancak gençlikten ihtiyarlığa kadar gelirini bağladığın bir “mortgage” sistemi buna olanak tanıyabiliyor. Bu da belirli bir yaştan sonra buralara gelenler için ev alma olanağını ortadan kaldırıyor, babadan miras kalmadı ise.

Sokakta insanlar çok kibar, saygılı ve düzen tıkır tıkır işliyor. Ancak bu düzenin yeknesaklığın ve daha az samimi oluşun, ülkendeki alışkanlık ve sıcaklığa göre yavan kaldığını hissedebiliyorsun. En ufağından en büyüğüne kadar dertlerinle baş başasın. Gerçi Türkiye’de de nasihatten başka yardım alamasan da en azından dinleyecek birilerini bulabiliyorsun. Yılların getirdiği alışkanlıklar, düzensiz ve pis de olsa çevre, insanlar daha sıcak gelebiliyor. Ortak alanlarda barbekü yapanların yanından geçerken sanki birisinin “buyur ağbi kokmuştur” demesini bekliyorsun, ya da parkta torunları oynatırken, bir yerde otururken karşılaştığın kimselerden “hemşerim nerelisin? İçinden mi ?” diyeceğin geliyor. Gerçi burada da sora biliyorsun daha büyük çapta: Hangi memleketlisin diye, başlangıçta tahmin yürütsen bile, Hintli-Pakistanlı, Çinli-Koreli. Ya da şimdilerde sistem değişmiş, paralısı, uzmanlığı devreye girmiş bile olsa hâlâ tertibin kaç diyesin geliyor bazen, fakat hemen kendine geliyorsun.

Bütün bu değerler daha çok hisle ilgili, sanal. Salt ekonomik açıdan, olanaklar ve sistem bakımından, zenginlik, çevre bir çok alanda somut olarak bir çok üstünlükler olsa da belirli bir yaştan sonra zor oluyor alışmak, sanırım. Ancak gençken ilk nesil olarak burada işe, okula başlamış olmak ya da doğuştan itibaren kendini bu sistemin içinde bulmak ve buna göre yetişmek farklı olsa gerek; burada doğanlar zaten doğrudan vatandaş olarak burada kalmışsa kargadan başka kuş tanımayacağı için, doğrudan bu düzenin içinde yetişince geri dönüşü olmayan bir yol olmuş oluyor.

Sanki oradaki kargaşa, itişme, üzerine doğru araba sürenler, her yere gelişigüzel park edip yolu, trafiği engelleyenler, kötü kötü suratına bakan magandalar, marketlerde, sinemalarda nereden çıktı bu adamlar diye bakan çalışanlar, hileli yiyecekler, tarihi geçmiş malları yeniden ileri tarihli damgalayarak sunan firmalar, içinde tek tırnaklı etleri çıkan sucuk, sosis haberleri, saçma sapan televizyon dizileri, delik deşik yaya kaldırımı olmayan olsa da her an takılıp düşme riski olan yürüme yerleri, ağaçların yerini çoktan almış yüksek binalar, göremediğin gökyüzü, yeşil, mavi renkler, hiç yıkanmayan kirden camları bile kapanmış belediye otobüsleri, deli gibi giden dolmuşlar ve özellikle de öğrenci servisleri, her gün gelen “şoförün direksiyon hakimiyetin kaybetme” sonucu şu kadar kişinin öldüğü haberler, her gün bir yerlerde bombalama, şehit haberleri alışkanlık mı yapmış ne.

Bir de şarkılar, gözü kör olası şarkılar var. Gerçi internetten artık tüm şarkıları canlı ya da youtube’lü izleyebiliyorsun, ancak sanki farklı oluyor burada dinlemek, anne-baba ile, kardeşlerle, çocuklarla, tanıdıklarla, akrabalarla.  … Reading, 06 Haziran 2016

ABD: Yetmişlik Komşularım

Havanın karlı ve yağışlı olduğu günlerde spor salonuna hemen her gidişimde yaşlı bir amcanın en az iki saat burada vakit geçirdiğini ve bu sürede epey ağır dambıllarla düzenli hareketler yaptığını görüyordum. Belirli bir süre sonra bir muhabbet oluştu, klasik “Hi, How yu’duing” ve “Good Afternoon” selamlaşmalandan sonra. Uncle Ted, bizden biraz ilerideki büyük evde oturuyordu; bakılması gereken geniş bir bahçeye sahip evde. Bölgede yüzden fazla çoluk-çocuk akraba bulunduğunu anlattı; dedesi zamanında gelmiş yerleşmişler. Dokuz kardeşmişler. Daha sonra 75 yaşında olduğunu ve gün aşırı her gün buraya gelmeye mecbur olduğunu anlattı. Bu kadar çok akrabası olduğu halde, kendini zor durumda bırakacak hareketsiz yaşam, obezite ve kas erimesine karşı hastalık ve incinme dahil bu rutini aksatmamaya çalıştığını da.

Jerry Vaillancourt, 70 yaşında, mağazacılıktan emekli olmuş; bölgenin UPS satış noktalarının franchising veren yetkilisi. Şimdilerde gezmek ve golf oynamakla geçiriyor vaktini; gördüğüm kadarı ile de sık sık dışarı çıkıyor arabası ile. Fransız kökenli; köklerini araştırıyor hobi olarak.; genealoji ile uğraşıyor yani. Vaillancourt soyadli ilk kişiye erişmiş, 1600’lü yıllarda. Tüm Fransa, Kanada ve ABD’de bu soyadlı kişilerin bu kökten geldiğini iddia ediyor. Bu kapsamda DNA’sını çıkartarak ilgili bir firmaya göndermiş yanıt bekliyor. Eşi ise İrlanda kökenli; burada zaten İrlanda kökenliler çok sayıda var; evlere asılan İrlanda bayraklarından kolayca görülüyor bu. Eşinin kökenler için doğduğu köye gitmişler; ancak Fransız kayıtları kadar düzgün kayıt tutulmadığından fazla bir şey bulamamışlar. Burada ilginç olay, 1600’lü yıllara hatta daha gerilere kadar iz takibi kilise kayıtlarından bulunabiliyor. Eskiden ne maksatla olduğunu araştırmadım ancak kiliseler bu kayıt konusunda çok titizmişler; hiç boş yok, tüm köy, kasaba, mahalle kayıtları buralarda var. Şimdilerde bu kayıtlardan yola çıkılarak çok geniş veritabanları oluşturulmuş burada. Bir kimsenin nereden gelip nereye gittiği, borcu, kredibilitesi, suçları hepsine erişilebiliyor bazı siteler vasıtası ile.

Gilbert Congdon, kısaca Gil, oğlumun oturduğu apartmanda karşı komşu, 71 yaşında; lise öğretmeni, 50 yıl önce Colby College‘dan mezun olmuş; bunu şuradan biliyorum: Bu hafta mezuniyetlerinin 50.nci yılı için okullarına gidip üç gün arkadaşları ile bir arada olmuşlar, dönüşte detaylı olarak anlattı, bugün. Brit kökenli, ancak ilginç olan İngilizlere karşı vatan savunması yaptık diyebiliyor. Sonradan üniversitede ders vermiş, basket ve “baseball” koçluğu yapmış, sonradan 20 dönüm bir arazide sebzecilik yapmış.  Fakat maalesef yakalanmış olduğu Parkinson nedeniyle uzun yıllar yaşadığı villasını satarak çocuklarına ve torunlarına yakın olması açısından buraya taşınmış. Gil, her zaman etrafta. Apartman arka bahçesine tamamen kendi gayreti ve harcaması ile çiçek alanı yapmış. Burayı bellemek, sulamak ve düzenlemek için bazen beraber çalışıyoruz. Bir keresinde bahçe etrafını çevirmek için taş çektik, onun arabası ile. Bir koruluk içinde bir alan oluşturulmuş, insanlar bahçelerindeki yaprakları ve diğer organik atıkları kağıt paketlere koyarak bu alana bırakıyor; bir yıl sonra bunlar gübreye dönüşüyor. Saykıl çok önceden başladığından Gil ile bahçe için buradan gübre olan bir önceki yılın atıklarını kova kova bahçeye taşıdık, onun arabasının arkasında. Yakınlarda villada oturan oğlunun bahçesinde de sebze ve çiçek yetiştirmek için bir alan oluşturmuş, bir-iki kez de yürüyerek oraya gittik. Bunun yanında Gil Amca sık sık uzun yürüyüşlere çıkıyor. Torunlarına bakcılık yapıyorlar eşi Pam ile. Lise kız “baseball” takımına koçluk yapıyor. Her hafta golf oynamaya gidiyor ve sürekli de briç için misafirleri geliyor. Bu nedenle de sürekli kapının önünde karşılaşıyoruz. Herkesle konuşuyor, adını soruyor, bahçesini gösteriyor. Buna rağmen 70’inden sonra atıl kaldığını şikayet ediyor. Geçenlerde “Reading Recreation Committee” üyeliği için aday olduğunu ve seçilirse düşündüğü faaliyetleri anlattı…Reading, 05 Haziran 2016

Devamı gelecek…

Deneyim Aktarımı

Homo-Sapiens_Sapiens gelişimi ve bugünkü modern, teknolojik toplumlara dönüşmesi öğrenme becerisi ve bu beceriyi bir sonraki nesillere aktarmada iletişim becerisi olduğu teoriden öte bir gerçektir. Yazının olmadığı dönemlerde sözlü ve öncelikle küçük topluluklar içerisinde, göçler sayesinde de diğer bölgelere toplumlara bizzat göstererek deneyim ve bilgi aktarımı sayesinde bu günlere gelinmiştir. Klasik bir deyişle son 20-30 yıldaki iletişim vasıtalarının inanılmaz yükseliş ve bu vasıtaların baş döndüren fiyat düşüşleri nedeniyle an alt gelir seviyelerdekiler tarafından bile erişilir hale gelmiş, getirilmiş olması sayesinde internet ortamında her türlü bilgi, belge, deneyim, öneri, sohbet ya da bilimsel makaleler, resimler, videolar halinde kullanıma hazır halde ve evrenimiz gibi sürekli genişler haldedir. Şu anda bir enstrüman (bilgisayar, mobil telefon) vasıtası erişilebilen  kişisel ve bulut ortamlarındaki sonsuz dijital bellek ortamına çok yakın bir gelecekte doğrudan erişim sağlanacağı mevcut projeler ve deneysel uygulamalar kapsamında aşikardır.

Ancak bu kadar geniş depolama kapasiteli, nerede ise sıfır hatalı ve tam olan, eksik nokta kalmamış, unutma ya da hatırlamama diye bir sorunu bulunmayan dijital bellek çeşitliliği ve etkinliği tartışmaya açıktır. Şu anda hiçbir bilgisayar, internet sitesi size bir babanın, bir ağabeyinin, bir danışmanın, bir rehberin farkında bile olmadan  sahip olduğu bellek çeşitleri: Kısa-süreli bellek, görsel bellek, anlatımsal bellek, olaysal bellek, uzun dönem bellek, bildirimsel bellek, gerçekler, olaylar,  (short-term, visual, transactional, episodic, long-term, declarative, facts, events, nouns, verbs, traumas impressions, pictures, feelings)  gibi çeşitli sınıflara ayrılabilecek bellek yapısı sayesinde yılların deneyim ve bilgisi ile elde ettiği ve genelde sunmaya hazır olduğu süzülmüş, ayrıştırılmış, yanılgılarla ve/veya doğrulukla test edilmiş,geçmişi yeniden canlandırarak gelecek için stabil bir bilgi paterni oluşturma potansiyeline ve kapasitesine sahip değildir, şimdilik. Mevcut altyapı ile internete girip şu derdim var diye arama yaptığınızda çok genel ve çoğunda biribiri ile çelişkili önerme ve yorumlarla karşılaşırız, her ne kadar internet “bana ne senin derdinden” diye yanıt vermese de. Hatta çok belirgin ve teknik konularda bile çok sağlıklı bilgiye erişemeyiz, bir çok yerden bu bilgilerin derlenip üzerinde düşünülmesi gerekir. Diğer taraftan İngilizce dışında bilgi bulabilmek de çok zor ve nadirdir. Genelde Türkçe bir arama yapıldığında karşımıza çıkan ya birbirini tekrar eden ve tamamen aynı olan sayfalar ya da çok eskilerde tercüme edilmiş makaleler çıkar, bazı felsefe ve özel konular dışında.

Bu nedenle çok önemlidir deneyimden yararlanmak. Tam bu konularda düşünürken Can Yücel’in şiiri çıktı karşıma. can_yucelBu olayı bu kadar özet, bu kadar net, bu kadar veciz anlatan bir anlatıma rastlamamıştım. Aslında bunun üzerine yazı yazmaya gerek kalmamasına rağmen, bir kaç satır yazmanın da zararı olmayacağını düşündüm. Kendimizin bile kendimizi tanımadığı, dinlemediği bir yapıda başkaları tarafından vızıldanan köhnemiş fikirlerin en yakın bile olsa insanlar tarafından ciddiye alınması ve hatta dinlemek için vakit ayırmaları bile gereksiz diye düşünülür. Ancak olaylar ve gerçekler böyle değildir. Bir kere bir nesil içerisinde pek fazla bir değişiklik yaşanmaz, özellikle sosyal konularda. Her ne kadar teknoloji hızla ilerlese de, bazı kültürler daha muhafazakar olduklarından, evlilik, arkadaş seçimi, meslek seçimi, okul seçimi, büyük-küçük ilişkileri çok daha yavaş değişirler; sorunlar genelde benzerdir. Belki yetmiş-seksen yıl önce henüz şehirleşme başlamadan, nüfus 30 milyon, şehirde yaşayanlar yüzde yirmi-otuz olduğu döneme göre yirmi-otuz yıl öncesi artık başta İstanbul olmak üzere tüm büyük şehirler tıka basa dolmuş, yaşam alanları küçülmüş, çevre, tabiat diye bir şey kalmamış, insanlar tıkış-pıkış yaşamak zorunda bırakılmıştır.  Artık köyden, kırdan şehre akacak fazla insan da kalmamış durumda. Çocuklarına, torunlarına aktaracak çok bilgi ve deneyim var, ancak karşıda kimse yok. Nerede ise tüm gençlik elektronik ortama kafayı sokmuş, devekuşu gibi sadece orada geçen yarım-yamalak bilgi kırıntıları, özenme ve yanlış yönlendirmelerle ya da hiç bir hedef, tavsiye almadan amaçsızca yaşam yolunda ilerliyor.  

Stanford Üniversitesi Virtual Human Interaction Lab (VHIL) gerçekleştirilen projede insanlara başkalarının yaşam deneyimlerini yüklenerek ne olabilecekleri sanal olarak fakat büyük bir gerçeklikle gösterilebilmektedir. Böylece insanlar kendi başlarına giderlerse, önerilere uyup giderse, ya da başka bir ülkede başka bir ortamda bulunursa gelecekte ne hale gelebileceğini görebilmektedir. Her insanın yaşamında karar noktaları, yol ayrımları yüzlerce, binlerce karşılarına çıkmaktadır. VHIL böyle bir deneyim yaşayarak “Keşke şurada şu şekilde gitseydim”in yanıtlarını bulmak mümkün gibi görünüyor. Ya da yüzlerce farklı hayatı yaşama şekli önümüzde olabilecek. Ancak bu işlemler hem çok pahalı ve bize gelmesi uzun yıllar sürebilecek gibi. Bu nedenle gençlere önerim; en yaşamlarında fazla “Keşke” kullanmamaları için kendi avatarlarını yaşayacak teknolojik ve ekonomik düzeye gelene kadar, klasik metot babadan-oğula tekniğini kullanmaları olacaktır… Reading, 5 Haziran 2016

 

ABD: Top Oynuyoruz, Kavga Çıkmıyor

Bundan on yıl kadar önce Çankaya’da tesadüfen seyrettiğim bir halı saha maçında yabancıları görmüştüm. Sorduğumda, “expatriate, kısaca expat diyorlar” olduklarını, Ankara’da elçilik ya da iş maksatlı ikamet edenlerin oluşturdukları bir faaliyet grubu olduklarını ve her hafta düzenli halı saha maçı yaptıklarını anlatmışlardı (Daha sonra bu sefer internet üzerinden başka bir “expat” grubuna eriştim, bunlarda Eymir Koşu Grubu olarak her hafta Eymir etrafında turluyorlardı, aralarında bazı Türkler de vardı.)

Futbol Expatları Holandalı, İngiliz, Polonyalı, Mısırlı, İtalyan, ayrıca elçiliklerde ve yabancılarla işi olan firma, devlet kuruluşlarından bazı Türkleri sürekli değişen bir yapıda idi, görev gereği gidenler ve bunların yerine yeni gelenler nedeniyle. Bu grupla yaklaşık iki yıl top oynadık. Bazı ufak tefek sürtüşmelerin yanında her kes bunun bir oyun olduğunun farkında olarak ne karşı takım ne de kendi takım oyuncularına kötü söz ya da davranış göstermemişlerdi. Örneğin bizde kendi takım oyuncusu bile bir hata yapsa ya da pas vermese hemen lafı yer. Karşı takım oyuncuları ise zaten düşman olarak addedilir. Bunlar tabi hem gurbette olduklarından hem de benzer çevrelerde görev yaptıklarından arkadaş olmuşlardı. Maçlardan sonra da yakın bir yerde bira içmeye giderlerdi birlikte.

Aynı sahaya ısınmak için normalde başlangıç saatinden önce gider, bizden önce oynanan maçlara bakardım. Bu maçlarda gördüğüm genelde zevkten çok kazanma, iyi top oynadığını gösterme ve birbirine üstünlüğünü kabul ettirme spordan önce gelen konulardı. Bir gün yine erken gelen expatlarla yarı gözle oynanmakta olan maçı izlerken öyle bir kavga çıktı ki; kavga saha dışına sıçradı. Sotunma odaları ve kafeterya bölümündeki sandalyeler kafalarda kırıldı, yabancılar her ne kadar bizim kültüre alışkın olsa bile hepimiz neye uğradığımızı şaşırmıştık.

Burada da Boston Yarı-Maraton bitince kendime meşgale için top oynayacak bir grup buldum, internetten. Zaten o kadar çok ve güzel futbol sahaları var ki, insan neden buralar boş kimse oynamıyor diye düşünmeden edemiyor. Aynen fakir bir çocuğun pastane vitrinindeki çeşit çeşit pastaları neden bu pastane sahibi yemiyor ki diye düşünmesi gibi. Belirtilen saatten önce sahada oldum ısınmak için, sabahın yedisi, pazar günü. İnsanlar gelmeye başladı, hemen ekipler kuruldu. Öyle iddialı bir gruplaşma yerine gelenlerin T-shirtlerine göre açık renk olanlar bir tarafa diğerler karşı takımda maça başladık. Bu arada yeni gelen olursa otomatik bir takıma giriyordu. Genelde Amerikalılar futbolu pek beceremez; hatta gariptir burada kızlar erkeklerden daha çok futbol ile ilgililer. Tabi top oynamaya gelen yabancılar genelde Avrupa ve İspanyol kökenli olduğundan Amerikalıların hareketleri acemice geliyor. Ancak oyunculardan biri çok kötü bir vuruş yapsa ya da beceriksizce bir hareket yapsa hemen “Nice try” vb seslenişlerle cesaret veriyorlar. Kesinlikle bir bağırış-çağırış yaşanmadı, bugüne kadar oynadığım maçlarda. Maçtan sonra da yine medeni bir şekilde herkes birbiri ile selamlaşıp gelecek hafta için sözleşiyorlardı. 

Tabi bu olaylarda kültürün etkisi olduğu kadar çevrenin, psikolojik ve ekonomik durumun da etkisi olduğunu düşünüyorum. Bizde genelde sahalar hem paralı hem uygunsuz hem sıkışık bir durumda. Maça gelenler günün sıkıntılarını burada çıkarmak için gerekirse göğüs göğüse savaşa bilenmiş halde maça geliyorlar. Bir de tabi yenilen taraf masrafları çekiyor. Burada sahalar zaten sebil ve çok güzel bir ortam. Yemyeşil çim ya da o kadar güzel suni çim ki bizdeki gibi betonda yürüdüğünü hemen hissettiğin halı sahalardan değil. Ayrıca ücreti filan yok, zaten saha çok oynayan yok gibi. Sahaların çevresi ağaçlık ve gökyüzünün maviliğini tam olarak yaşıyorsun. Gelenler de orta yaşlı ve işi gücü olan kimseler. Zaten Boston’da işsizlik oranı yüzde sıfır. Bir de insana saygının en üst noktada yaşandığı bir ortam; Allah korusun bizdeki gibi adamın kafasında sandalye kırmış olsan hayatın kararır, zaten etrafta sandalye ya da başka yabacı madde de yok 😆 

Spor, spor olarak görmek de çok önemli. Spor olarak sadece futbol seyretmenin yaşandığı ülkemizde, taraftar olayı  o kadar içselleştirmekte ki, karşı takım, karşı takımın seyircisi, hakem, herkesi en büyük düşmanı olarak alıyor karşısına. Bazı maddi menfaatlerin döndüğü bu ortamlarda bundan yararlanmak isteyenler de bazı manipülasyonlarla olayları kışkırtınca olay tamamen bir meydan muharebesi psikolojisine dönüşüyor. Bu psikoloji kendi basit ve zevk oyunlarına da yansıyınca karımıza malum tablolar çıkıyor, diye düşünüyorum.

Yine klasik bir bitirişle: İnşallah bizde de bol bol sahalar yapılır, insanlar eğlence ve egzersiz için buralara gelir, kardeşçe maçlarını yapar, karşılıklı saygı ve sevgi ortamında sporun güzelliklerini yaşarlar, diyelim…Reading, 05 Haziran 2016

ABD: Çevre ve Doğal Yaşam

Tabi koskoca tüm bir ülkenin tamamını gözlemlemek ve buna göre yorumlar çıkarmak zor. Ancak birkaç yerde tekrarlanan olayları bizzat yaşamak, medya üzerinden görülenler ve bazen de buranın yerlileri (kızılderililer değil)  ile sohbet sırasında edinilen bilgiler üzerine çevre ve doğal yaşama verilen önem, insanlarla nasıl iç içe yaşanması gerektiği konusunda düşünmeden edemiyor insan.

Şehir merkezleri dışındaki yaşam alanları çevre ve bunlarla iç içe olan tabiat o kadar belirgin olarak düzenlenmiş ki, hemen her “town”, sokak birbirine benziyor ve hepsi müthiş güzel, rahatlatıcı, imrendirici buralarda; bir kere yabancı ve tek başına yaşayanlar için son zamanlarda biraz artarak olsa ortaya çıkan apartmanlar haricinde evler bahçe içerisinde villa dediğimiz şekilde. Her evin bir tarafı yola bir tarafı o bölgenin doğal düzenine bakıyor. Yola bakan taraftaki bahçede ulu ağaçlar ve çim alanları, çoğu bakımlı. Genelde tüm yollarda üç farklı şerit var; araçların geçtiği asfalt yol, yolun her iki yanında ve hemen paralelinde yaya yolu, bu yaya yolunun da iki tarafında dar da olsa çim alanlar. Cadde bir başından bakıldığında, eğer mevsim baharsa, sadece ulu ağaçların uzayan dallarındaki yaprak ve çiçeklerden  oluşan renk cümbüşü içinde uzun bir kemer şeklinde  geçitler, daha yakınlaştığında daha kısa boylu çiçekli orta boy bitkiler, yanına gidince yere yakın, lale, zambak, nergis, envai çeşit çiçekler. Evlerin diğer taraflarının baktığı eyalete ait ağaçlık alanlar tamamen kendi başına vahşi fakat o oranda da doğal.

Ve bu alanlarda yaşayan ve yaşamasına izin verilen hayvanlar, hayvancıklar. Altı aylık misafirlik sürecimde gördüğüm hayvanlar: Her çeşit kuş; golden finch, robin birds, kumru, ağaçkakan, serçe, karga, şahin, her ağacın sahibi sincaplar; baharda bunların oynaşan yavruları ayrı bir renk ve hareket sembolü, yılan, yabani hindi, kaz, ördek, tavşan, tilki, çakal, bunlara ilişmeyen ve hatta destekleyen kültür ve düzen, daha da önemlisi bu hayvanların da bunu öğrenmiş olmaları ve insanlardan kaçmamaları.

İnsanların bu hayvanlara verdikleri önem, saygı sevgi konusunda bugün şahit olduğum olay beni etkiledi: Torunumla parka giderken birden ormanlık alandan bir yabani ördek fırladı, kah koşarak, kah uçarak bizden tarafa doğru geldi ve geçti. Bunu kovalayan tilki ise sanırım bizi görünce geriye tekrar ağaçlık alana doğru kaçtı. Laf arasında buranın sokaklarında yayalar çok nadir. Bir-iki dakika sonra mini minnacık ördek yavruları peyda oldu; şaşkın, korkmuş yola fırladılar. Ben biraz uzak kaldığımdan müdahale edemedim, gelen araçların bunları görmeden ezeceği endişesine kapıldım. Tam o sırada bu yavrulara en yakın olan büyük bir kamyon ve arkasındaki trafik, öndeki kamyonun durması ile birlikte durdu. Bu kamyondan bu minicik şeyleri görebilmek çok büyük bir marifet, dikkat ve beceri ister. Kamyondaki iki kişiden bir aşağı inip ördek yavrularını perdeledi ve karşıdaki ormana geçene kadar eskortluk yaptı. Bu arada arkadaki araçlar ne korna, ne yandan geçeyim uyanıklığına kapılmadı. Daha sonra anne ördek kaçtığı yerden seslenerek geri geldi ve yavrularına kavuştu.

Doğal yaşam ancak bu şekilde, saygı, sevgi ve düzen ile korunabilirdi. Aklıma Kayseri’deki bir patronun anlattıkları geldi, altındaki son model ve hızlı olan fakat yine yabancıların yaptığı bir araba ile övünmek babından, en büyük zevkinin hızla yoldaki serçelere, güvercinlere çarpmak olduğunu söylediği an geldi. Bir kere de memlekete giderken yolda bir arabanın çarptığı bir tilkiyi gören hemşehrimin arabadan inerek eşi ile birlikte tilkinin kuyruğunu kesmesi ve alması.  Bir ara çıkan haberdeki Ankara Kuğulu Parktaki kuğuların birileri tarafından kesilerek yenmesi olayı ve bu olayı ararken karşılaştığım “Antalya‘da park havuzundaki ördekler ile kuğuları çalıp mangalda meze yaparak yediler”, hatta uzaklarda yaşanan “İngiltere’de ülkedeki tüm kuğuların Kraliçe’ye ait olduğunu bilmeyen bir Türk bir kuğuyu kesip, pişirip yedi” ve buna benzer bir sürü haber, yaşanmışlıklar, hepimizin şahit olduğu.

Ne kadar farklıyız değil mi? …Reading, 3 Haziran 2016

Şehitler İçin Koştum

Clipboard01

Bugün 29 Mayıs, Amerika’da Şehitleri Anma Günü; polis-asker-itfaiyeci, ayda, haftada bir polis ya da başka memleketlerde, Irak, Afganistan’da yılda bir-iki kez ölen askerler anısına tertip edilmiş bir etkinlik.

Bu kapsamda düzenlenen “Boston Şehitleri Anma Günü Yarı-Maratonuna- Ankara-Turkey  olarak katılan muhtemelen ilk ve tek  kişi oldum. 


Clipboard01Bizde her gün düzenli ve arada toplu olarak şehitler verilmesine rağmen onların adına böyle bir yarış ya da etkinlik  olmadığı için, ben de Türkiye’de her gün şehit düşenler adına katıldım ve koştum. Belki böyle bir ruh hali biraz da disiplinli bir antrenman sayesinde geçen yıl  1:45 ‘de bitirdiğim yarışı bu yıl 1:40 gibi nerede ise yüz dakikada bitirebildim. Yarışa başlarken hedefim: Yarış sonuçlarına göre her yıl yaş gruplarında ilk 10 kişi sürekli ilgili “web sitesinde” gösterildiğinden, bu gruba girmek ve yüz dakika idi. Ve ben de hedefimi aşarak 5.nci olarak bitirmiş oldum. Koşucu sayısı yarı-maraton için 6.200, 5 mil için 2.800, toplam 9,000’den fazla, kadın, erkek, her yaştan.

Bu şekilde hem kendi şehitlerimizi anmış olmaktan hem de buranın önemli yarışlarından birinin tabelasında sürekli Ankara ve Türkiye isminin durmasını sağladığım için mutlu oldum. Umarım memleketin içinde bulunduğu bu vahim durum bir an önce son bulur, biz de Amerikalılar gibi geçmişte şehit düşenler anısına düzenlenecek koşularda memleketimizde koşabiliriz…Reading, 29 May 2016.

Yitik Yaşamlar…Part II

Büyük bir tantana ile, okul ve eğitim için harcanandan çok daha fazla emek-prova sonrası erişilen mezuniyet töreni, tamamen okul görevlilerinden başlamak üzere en üstteki kuvvet komutanına kadar bir ya da daha fazla üst kademeler için gösteri olduğunu sonradan idrak ettim; o zamanlar sıcağı sıcağına bu olayları, gençliğin verdiği deli-kanla birleşince bir gurur vesilesi olarak algılamıştım; töreni izlemeye gelen anne-baba ile. Ancak sonraları aslında verilen bu diplomanın gerçek dünyada hiç bir değeri olmadığı ancak emekli olup diploma gerektiği zaman ortaya çıktı. 

Buradan yine plansız ve “…mış gibi” olmak üzere sınıf okullarına, görev eğitimi için sevk edildik. Ancak yine aynı hikaye; ders veren hocalar gemilerden dinlendirilmek üzere gönderilen, eğitimle alakası olmayan, fakat genelde iyi insanlar. ancak neylesin Mahmut, adamın eğitim seviyesi bizle aynı, yani özel yüksek okul mezunu, üniversite bile değil. Eğitim olmayınca, çalışması da sınavı da komedi şeklinde boşa geçen bir dönem daha; sorular çalınır, ders yerine kağıt oyunları, akşam orduevlerinde. Zaten ne çalışacaksın ki, ders yok, kitap yok, hoca yok, müfredat yok. Ancak hoca derse gelince ne anlatacağını görüyorsun, genelde de havanda su dövme şeklinde geçen bir altı ay. Sonra yine plansızlık-programsızlık bir yıl daha elektronik diye anlamsız bir kurs daha. Yine benzeri olaylar. Nihayet atamalar, gemilere; neye göre bilinmiyor; personel politikası, kariyer politikası yok; kim varsa personel atamada ki bunların da personel ya da o zamanlar adı bile bilinmeyen insan kaynakları ile alakası yok, tasarrufu ile; bir de sanırım yine tanıdık torpili geçerli.

Gemilere gelindiğinde olay iyice melankoliye dönüşüyor. Sürekli bir yere sürülen  grup, okul sonrası Nirvana’ya erişeceğini zannederken, ikinci dünya savaşından emekli Amerikan gemilerinde eğitim ve savaş hazırlığı yerine, nöbet, o zamanlar gündemde olan kaçakçılık, yine anarşi denen olaylara karışan personel ve ömründe denizi görmediği halde gemide görevlendirilen askerlerle uğraşmak zorunda. Toplamda üç-buçuk yıl bulunduğum gemi görevi diğer arkadaşlara göre oldukça kısa sayılmasına rağmen genelde tüm olayları görmüş ve yaşamış oluyorsun; çünkü yıllardır tekrar eden aynı olaylar, sadece süre uzadıkça eziyeti de artmış oluyor. 

Burada kalan arkadaşlara kolaylıklar dilerken, önüme PG diye adlandırılan Amerika’da Master yapma fırsatı çıkıyor; tabi fırsatı kaçırmamak gerekiyor. Mersin’de rotasyon görevinde Temmuz sıcağında çalıştığımı hatırlıyorum, fırsat buldukça. ABD için seçilince gemiden ayrılıyorum, dil kursu için. Dil kursu binası Karamürsel’de Amerikalılardan kalan bir okul binası. Burada hatırladığım tek katlı ve uzun okul binası kapılarının kilitli olması, sadece tek giriş kapısı açık; nedense bu aklımda kalmış; sanırım Amerikalılar fazla yapmış kapıları diye kilitlemişlerdi.

Izdırap burada da bitmiyor; bu kez para meselesi ortaya çıkıyor. O zamanlar döviz taşımak, bulundurmak kaçakçılık suçu sayılıyor, ülke de döviz yok zaten, ekonomi berbat. Bizden önceki devre ile birlikte bizim dönem ABD maaşları kesilmiş üçte bir oranında. Bizden öncekiler 1.300 dolar alırken bize takdir edilen 465 dolar deniyor; ev kirası o zaman için, iki oda 350 dolar. Bunda Sadun denen bir kişinin kapris ve kıskançlığının rol oynadığı söyleniyor; kendisi personel başkanı o zamanlar. İstemeyen gitmesin diyor, zorla değil ya!

PG School, bu kadar yaşanmışlıkların üzerine kaymak gibi geliyor, her ne kadar pek çok kişinin gizli gizli pizza dağıtım işinde çalışarak ailesini geçindirmeye çalışmasına rağmen. Giderken zulalarda mümkün olduğunca dolar getirmeye çalışıyoruz. Ancak zaten elde avuçta bir şey yok ki! Buna rağmen orada görülen muamele, okul kalitesi, dünyanın dört bir yanından arkadaşlar, dersler, serbest yaşam, bu kadar yıllık baskı ve sevgisiz ortamın üzerine iyi geliyor o zamanlar. Sivil giyiniyoruz, o zamanlar bir marifet sayılan bıyık bıraka biliyorsun, başında psikopatlar yok, en kıdemli kişi sorumlu ortamdan. BS derecesi alınıyor, ardından MS başlıyor güzel gidiyor. Bu arada ilk defa karacı ve havacılar da buraya dadanıyor, Naval PG School olmasına rağmen. Bir “devenin nerem doğru demesi” olayı daha yaşanıyor: Karacılar binbeşyüz-ikibin dolar alıyor, havacı 2.300 dolar; neymiş memleketin dövizi yokmuş. Bizden öncede iki üst sınıf denizciler 1.300 dolar almakta idi. Yani normal bir ortamı bile bu kadar bozabilen bir koordinasyonsuzluk ve hakkaniyetsizlik.

PG dönüşü yine bir düzen değişikliği; dedik ya olay kişiselleştirilmiş. Eskiden dönenler doğrudan mühendis sınıfına alıp, okullarda ya da tersanelerde çalıştırılırken, şimdi deniz sınıfına devam, sancağa selam denmiş. Neyse ki ben bir dönem erken bitirip döndüğüm için (bunu da neden yaptığımı bilmiyorum, para az diye çoluk çocuğu erken gönderdim ondan mı bilmiyorum, yine gençlik işte)  arada kaynayıp karaya tayin oluyorum. Ancak uslanmıyorum. Akademi sınavlarına girip burada devam ediyorum maceraya.

Akademinin ne olduğunu da bu arada görüyorum;zaten nasıl farklı olsun ki? Müfredat yok, ya da var kimseye söylenmiyor, kitap yok, hoca yok, hocalara soru sormak yasak. Ders diye bir şey yok. Bir şeyler yapılıyor; ancak kimse bilmiyor ne yapıldığını, ne istendiğini; hepsi üst tarafa bağlı. Bir kaç joker tipli kişi almış olayı götürüyor, diğerleri de bana dokunmayan bin yaşasın deyip yatıyor. Zaten öğrenilecek bir şey yok, varsa yoksa rapido kalemlerle asetatlara yazı yazmak, sayfalarca. Eskilerden alınan “şam” denilen (o zamanlar copy-paste olayı daha yok) kopyalar tekrar tekrar ortaya konuluyor. Bazıları bizim gibi saf, ABD’de eğitim gördük ya; bir şeyler kendim yapayım diyorsun, ancak şamlayanların yanında yaya kalıyorsun. Zaten olay da eğitim değil, dönem sonundaki büyük sunuma hazırlık yapan tiyatrocular gibi. Bu asetata yazma işi o kadar çok vakit alıyor ki, özellikle eli ve beyni yatkın olmayanlar ve hala olayın farkında olmayan bizim gibiler için, o zamanlar bilgisayar olarak kullanılan Commodore-64, Sinclair gibi 48K makinelerde asetata yazılması gereken sunumları hazırlayıp, bağladığım TV’de göstermiştim, elektronikçiyiz ya; hiç de sıcak karşılanmadı (Daha sonraları tavanlara asılan boy boy projeksiyon makinelerine geçildi.) Bu kadar yeniliklere kapalı bir ortam o zamanlar. Bu arada akademiye, PG’ye gitmeyen arkadaşlar gemilerde zevkle görevlerine devam ediyorlar.

Devam edecek….

Back to Turkey_Reading…Ayrılırken

Reading Massachussets’de ikinci altı aylık görevimiz sona ererken geriye baktığımda özleyeceklerim  ve döndüğümde bizi bekleyen ortam ile ilgili  düşündüklerim:

 Özlenecekler
Torunlar ve çocuklar başta tabi, uzun bir süre sadece “Skype” mahkum kalacağız sanırım,

Cennet tanımındaki gibi bir çevre; evler, bu evleri mutlaka aşan ağaçlar, kuşlar, sincaplar, tavşan, yabani hayvanlar,

Hemen her gün koştuğum, insanlara mahsus ayrılmış bölümlü yollarda, her yol geçişinde zınk diye duran ve yol veren araçlar, bomboş ya da insan olsa da koşanlara saygı gösteren koşu parkurlarında, bomboş çim futbol sahalarında, etraftaki müthiş tabiat ve temiz havada geçirdiğim anlar,

 

Düzen,

En yaşlısından en gencine, kadın erkek selamlaşan insanlar,

Tüm yollarında yayalara yol veren araçlar ve selamlayan sürücüleri,

Marketlerin dar aralarında gezerken “Sorry” deyip kenara çekilenler,

Yine tüm dükkan, market, ofislerde her gelen müşteriye istisnasız ‘how’you doin’ diye hatır soran ve teşekkür eden çalışanlar,

Bir tane bile yanlış park etmeyen araçlar, özürlülere ayrılan yerler boş, kaldırımlarda yaya olmasa bile hiç araç olmaması, her yerde park alanları.

***

Etrafta tek-tük Türk var; ancak çocuklardan başka dost-akraba yok,

Hasta olsak sağlık çok pahalı ve kapsamımız yok. bir durum ise, seyahat sigortamız olmasına rağmen netameli…

 

Gerçeğe Dönüş
Bu taraftaki torun ve çocuklara, aileye kavuşma, kalanlara özlem…Tekrar tersine gün saymaya başlama, 

Ağaçsız, sıkışık, yüksek apartmanlarla dolu bir çevre, başıboş köpekler, bozuk ve kaldırımsız yollar, 

Kaldırımsız, tuzaklarla dolu araba yollarından, sitemizin koşu parkurunda kaplumbağa hızı ile spor yaptığını düşünen insanların yanından itiş-kakışla geçerken atılan kötü bakışlar., ya da Anıttepe’nin insanlarla dolu ve nerede ise kol kola gezdiği, koşanları geçirmemek için baraj kurduğu koşu parkurunda,koşmaya çalışacağım, tekrar.

Karmaşa

En yaşlısında en gencine birbirine her an kavga edecek gibi bakış atan insanlar,

Yaya geçitlerinde, yeşil ışıkta bile seni çiğnemeye çalışan sürücüler,

Marketlerde gezerken üzerine gelen magandalar,

Gittiğin her ortamda yine mi geldiniz, zaten dün gece uyuyamadım, maaş yetmiyor diye düşündüğünü düşündüğüm kötü kötü bakan kasiyerler, görevliler,

Sakat yerleri, varsa yaya kaldırımları, giriş-çıkışlar, park edilmemesi gereken caddelerde bir değil, iki değil üçlü park eden araçlar.

***

Dostlar, arkadaşlar, akrabalar, dertleşebilecek insanlar.

Öyle de olsa böyle de olsa yakınımızda., en azından tanıdık vasıtası ya da parası ile başvurulabilecek hastaneler… 

Koşu Nelere Kadirmiş

Koşu ve diğer dayanıklılık sporları üzerine araştırmalar, kitap, dergi ve internet üzerindeki yazılara gittikçe artan bir şekilde rastlanmakta. Özellikle son dönemdeki araştırmalar, geçmiştekilerin aksine “ne kadar spor, o kadar fayda” şekline dönüşmeye başlıyor. Eskiden haftalık orta yoğunlukta 150 dakikalık egzersizlerin optimum fayda sağlayacağı, bunun üzerinde süre ve şiddettekilerin zararlı olabileceği yönündeki ibre, çok daha uzun süre ve yüksek yoğunlukta yapıldığında çok daha fazla fayda sağlanacağı yönüne dönmüş durumda; ancak bu konuda farklı sesler çıkmaya devam etmekte.

Bu konuda, bence en iyi yöntem bizzat yaparak sonucu yaşamak; bunun için belirli bir süre gerekmesine rağmen. Filmlerde kahraman doktor kendi geliştirdiği bir aşı ya da ilacı ilk önce kendi üzerinde dener ya; onun gibi. Altmışa yakın başlamış olduğum programlı ve hedefli koşma egzersiz ve katıldığım koşular sayesinde, iki-buçuk senede kendi üzerimde deneyerek elde ettiğim sonuçları sıralamak istedim; biyolojik, fiziki ve psikolojik değişimleri.

Öncelikle, iki-buçuk yıl öncesine kadar 10 kilometre koşabilmeyi zor bir olay olarak görülürken, 42.2K, hem de dört saatin altında bitirebilme duygusunu yaşadım. Bu arada bir çok yarı-maratona katıldım. Yaş otuz-beş sihri kapsamında insan vücudunun gerilemeye başladığı noktadan çok ileride bile 58 yaşından sonra önemli bir performans artışı gelişti bu sürede, geri gitmek yerine. Bu durumun 5-6 sene daha iyiye gideceği bilgisi var ve bunu günbegün yaşıyorum. Artık Boston Maratonuna bile katılabilir seviyeye geldim. Hedefim 60K civarında bir ultra koşmak.

Vücudumda meydana gelen değişiklikler iki grupta: Görülebilir, ölçülebilir.

  • Öncelikle 8-10 kilo daha aşağıda bir yerlere yerleşti kilom, 22.5 gibi optimum bir BMI ile.
  • Performans ve PB 10K ve Yarı-Maraton arttı, ilk yarı maratonu zorla 1:52’de bitirmişken, 29 Mayıs 2016 Boston yarı-maratonu 1:40:13 hatta 1:39 ( saatte göre 21.700 metre koşmuşum, normal YM 21.098 metre) ile bitirebildim ki, 1:40 altı önemli bir derece olarak kabul ediliyor.
  • Bacak kaslarımda gözle görülür bir değişim söz konusu; hele genişleyen venler ve arterler, ilave açılan kılcal damarlar, hepsi ortada,
  • Oksijen alımında hissedilen bir artış var, demek ki akciğerler gelişiyor,
  • Kalp atışlarında gerileme, önceden 70 üzeri iken, bu kadar kısa süre sonunda kalp şekil değiştirdi ki 55 atım yeterli geliyor; daha da aşağı gidebilir, EKG bile doktorları şaşırtıyor; görmemişler sporcu kalbi EKG’si anlaşılan,
  • Tansiyon 11-7 civarına düştü,
  • Bunun sonucunda 30 yıldır kanayan  KBB’cilerin çözemediği burnumun sorunu kendiliğinden halloldu,
  • Genetik olarak yatkın olduğum “diabetus mellitus” testlerde çıkmıyor, belirtileri yok gibi, gerçi doktora gittiğimde hemen şeker hapını dayatıyor ya, bu başka bir hikaye,
  • Barsaklar daha iyi çalışıyor,
  • Bu hastalıkların neden olabileceği yaşlılıkla gelen sorunlar beklemede gibi,
  • Daha iyi uyuyabiliyorum,
  • Kondisyon sorunu yok; 5-10 km mesafelere için araba düşünmeden yürüyerek gidip gelebiliyorum,
  • Ölçülebilir olanlar: Kan değerleri, HDL, LDL, triglycerides seviyeleri hep daha iyi rakamlar gösteriyor, her ne kadar test yapılan yerlere göre değişebilse de,
  • Yine “pace” bir kilometreyi dakika olarak koşma süresinde ilk başlangıca göre önemli oranda düşme,
  • Daha bilinçli beslenme, mecburen geliyor; daha iyi PR için yaptığım araştırma, sohbet elde edilen bilgiler ve sonucu görme nedeniyle,
  • Çok yeni bir sosyal gruba ait olma, bu kapsamda farklı yaş, meslek ve çevreden kişilerle tanışıyorum. ABD’de bile koşucu arkadaşlarım oldu,
  • Yazmak için pek çok konu ve bu konuların iskeletleri koşu esnasında kafamda oluşuyor,
  • Ayakkabı ve diğer koşu aksesuarı konusunda edindiğim yeni bilgiler heyecan verici,
  • Bu konuda yazılar yazabiliyorum, gerek fazla okuma ve inceleme gerekse bizzat yaptığım için,
  • Belirli hedefler oluşturabiliyorum ve bu hedefler için yaptığım programlar faydalı oluyor,
  • Başkalarına da hem örnek hem teşvik sağlamış oluyorum,
  • Psikolojik açıdan daha sağlam olduğumu hissediyorum,
  • Vücut koordinasyonu, denge, solunum, dolaşım, hareket daha iyi gibi,
  • Futbol oynadığımda özellikle ikinci yarıda etrafımda yıkılan gençleri gördüğüm için kondisyonumun arttığını anlayabiliyorum,
  • Bir tek, şimdilik dökülen saçlarım hala çıkmadı, ne kadar koşsam da 😀 

Daha ne olsun….Reading 20May2016 

 

Yitik Yaşamlar…part I

Ondört yaşında hele küçük bir Anadolu kentinin, eskinin her şeyden mahrum bir bölgesinde, ortaokulu bitirmişsin. Birden kendini, ülkenin en büyük kentinde ve o zamanlar için en büyük güç olarak etkinliğini hissettiren bir gruba ait bir kurumda buluyorsun.  Daha önce aynı ortamın daha ilkelinde yetişmiş ve sonrasında birazdan hikayenin devamındaki diğer yaşam evrelerinden geçmiş, bu nedenle psikolojisi bozulmuş; fakat buna rağmen daha da bozuk nesiller yetiştirmek amacıyla buralara gönderilmiş aslında destek olma görevi olan fakat bunu kendi tedavisi için kullanan, o zamanki yaş itibarı ile çok büyük despotların elinde teslim edilmişsin.

Yaşam aslında bazı evrelere bölünmüş çok basit ve rastgele, şansa bağlı bir döngü; bugünkü genetik ve teknolojik düzeye göre. Bu evreler: Çocukluk, okul yılları, çalışma dönemi ve emeklilik. şeklinde sıralanabiliyor; çok farklı alt sınıflama ve ayrıntılarla. Bu evrelerin her biri, her ülkede her insan için farklı bir şekilde daha da alt evrelerden ve olaylardan oluşuyor. Evre, alt evre ve bunların içini dolduran olaylar, gelişmiş ve sistemi oturmuş ülkelerde daha birbirine benzer ve öngörülere, beklentilere yakın bir şekilde yaşanırken; gelişmişlik derecesi düştükçe olasılıklar artmakta, öngörüler ve planlar, eğer varsa, daha az düzeyde gerçekleşmekte.  Bir alt evreden diğerine geçişte çok çeşitli seçenek, olasılık söz konusu; buna göre ilk evreden son evreye gidene değin yüzlerce kombinasyon. Okul evresi ilk basamak. Bu bölüm yaşamın en taze, en heyecanlı, en çok öğrenilen ve zevk alınanı olması gerekiyor. Sonra çalışma yaşamı; burada da okul evresine bağlı olmak üzere daha değişik temel olaylar, acılar, sevinçler, kazanımlar yer alıyor. Son evrede ilk evrelerden elinde kalanlarla avunduğun ve vakit geçirdiğin dönemi oluşturuyor. Bu evrelerin bazısında fazla bazısında görece daha az yararlanılabiliyor. Fakat her üç evrende de en alt olmasa da ortanın altı değerler sunan bir ortama geri dönüşü zor bir şekilde girmek, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek ya da istemeyerek, maalesef biraz şanssızlık olarak addedilebilir, bazıları için.

İkinci Evre Ortaları: Lise-Yüksekokul
Sevincini ve gururunu daha çok büyüklerin sahiplendiği Deniz Lisesini ya da diğer bir askeri okulu kazanmış olmak bu yolun başlangıcını oluşturuyor. Maddi ve manevi olarak bazı avantajlar varmış gibi görünen bu olayda aslında çok önemli kayıplar söz konusu. Yaşamın en güzel evresi tam bir baskı ve insan doğasına aykırı bu yerde harcanıyor. Meşhur Alcatraz Adası benzeri bir yerde taş binaların arasına güya yetiştirilmek üzere kapatılıyorsun. İnsan beyninin düşünme, sanat, yaratıcılık, sosyalleşme ile ilgili tüm sinopsis bağlantısının oluştuğu bu evrede ve bu yerde düşünmek yasak; zaten düşünülmesin diye günlük program, adına da eğitim demişler, o kadar tıkıştırılmış ki; sabah altı akşam on bazen oniki. Sosyalleşme, insan ilişkisi sıfır; her kes erkek, gençlik doğasına aykırı, hocalar bile. Taş duvarlar arasında zaten 15-20 kişi bir arada yatıyorsun; dünyanın en güzel adasında, coğrafyasında, manzarasında; fakat adaya çıkıp yürümek yasak olduğu bir düzende. Sanat, müzik zaten komik kelimeler. O zamanlar çıkan el radyoları görüldüğü yerde imha ediliyor. Melbusat denilen devlet tarafından verilen giysiler en kötüsünden. Bunların haricinde bir mendil bile sokmak yasak (Şimdilerde resmi olarak kapıdan çıkaramıyorlar her nedense, korku olabilir).  Sıcak su sadece hafta sonları belirli saatlerde akıyor ortak duşlarda; fakat elbiselerin ve çamaşırlarının bembeyaz olması bekleniyor. İstanbul’da ailesi olanlar yine o zaman için Cumartesileri öğleden sonra- Pazar akşamı arası izinlerinde bu işi halledebiliyorlar; ancak ailesi yakında olmayanlar her ne kadar çamaşırhane denilen yerlere gönderebilse bile, bazı parçaları kendileri yıkamak ve ütülemek zorunda kalıyor; üstelik o zamanların ketenden yapılmış ve ütü tutmayan kumaşlarını.

Sosyal yaşam yok demiştim: Kantin yok, o zamanlar TV yok ya da son zamanlarda gelmiş, spor mecburi olarak yaptırılıyor; fakat kimsenin hangi spora yatkın olduğuna bakılmadan sadece adet yerini bulsun, tüm ülke kültürü gibi “…mış gibi yapmak”. Üstlere, etrafa spor yapılıyor denilmek için. Spor hocası sadece basketbol ile ilgili, diğerleri üçüncü sınıftaki daha çocuk sayılabilecek onaltı yaşlarındaki uzman 😀  antrenörlerin elinde yetişiyor. Spordan sonra duş alma imkanı yok; o ter ve yorgunlukla “etüt” için beton zemin ve demir masalardan ibaret sınıflara kokulu kokulu tıkıştırılıyor. Bu nedenle de doğuştan yetenekli ve uygun bir kaç kişinin kendi çabası dışında mevcut üç tane askeri okul arasında bile sportif bir başarı yok. 

Müzik saati zaten göstermelik bir saat her yerde olduğu gibi. Bunun dışında zaman, enstrüman, teşvik, bunun için bir organizasyon düşünülmemiş; zaten bu ortamda da ne müzik yapılır ya. Karabük gibi bir yerde bir işçi çocuğu olarak keman çalmaya başlamış olmama rağmen, Türkiye’nin en büyük kentinde, en medeni denilen bir kurumda bu olay devam edemiyor.

Dersler tam bir felaket. Öğretmenler o dönemin şiddet ortamına uygun fakat daha üst perdeden hareket edebiliyorlar. Maksat bir şey öğretmek değil zaten. Dayak serbest. İsteyen öğretmen ve sınıf subayı diye görevlendirilenler istediklerine dayak atabiliyor, eğitim aşkına. Derslere nefretle giriliyor. Hocalara isimler zaten takılmış. Klasik lise müfredatına eklenmiş özel dersler yükü daha da ağırlaştırıyor. Bitmedi bir de askerlik diye piyade eğitimi verilmeye çalışılıyor arada. Daha da bitmedi: Yıllık eğitim süresi bir ay uzatılıyor; neymiş daha iyi eğitim olacak. Halbuki yalan; o sırada başta olan kendini göstermek için hiçbir bilimsel ve insani dayanağı olmayan böyle bir uygulamayı yine o zaman ki ortam gereği MEB’na  ve üst makamlara kabul ettirebiliyor. Bu şekilde hiç yaz tatili kalmıyor; tatil olursa zararlı alışkanlıklar edinilebilir, ondört-onaltı yaşındaki gençler gevşeyebilir. 

Şimdi en kötüsü geliyor: Sınıf Subayı olarak atanan ve esas görevi rehberlik, çocukları yetiştirmek, yönlendirmek, mesleği sevdirmek, vatanı sevdirmek olan kişi ruh hastası. Adını bile burada anmaktan imtina ettiğim kişi iki yıl tüm psikopatlığını, kontrolsüz ve kayıtsız şartsız kendisine teslim edilen 150’ye yakın çocuğa işkence yapıyor; dayak, kötü söz, izinsiz bırakma, gece yarılarına kadar ayakta tutarak kendi sorunlarını dinletme. Akla gelebilecek her türlü fiziki ve psikolojik işkence. Bu arada tabi hali vakti yerinde olan, aklı başında, vizyon sahibi olanlar hemen ayrılıyor: Geriye eli mecbur, maddi olarak, anne-baba baskısı, o zamanki anarşi ortamından çekinenler ve gelecekte iyi bir meslek edineceğini zanneden, üniforma etkisinde olanlar ya da hiç bir şey düşünmeyenler bu ortamda kalıyorlar. Bu kişi de iki yıl hiç bir ikaz almadan, üstlerinin bilgisi dahilinde işkenceye devam ediyor, her gün icat ettiği yeni yöntemlerle.

Sonuç:Edebiyat Hocası sayesinde edebiyattan nefret eden, 21.nci YY en önemli konusu haline gelen genetik kökeni biyolojiden yine hocası nedeniyle sadece “at kestaneleri ve triyponosoma gambiensa” kelimeleri kalan; bunlar da gırgır olsun diye oksa bilimsel olarak bir bilgi yok, kimya hocası ve kimya deyince pasaklı ve dayakçı biri akılda kalan, spor deyince demir dolaplar ve ter kokuları sinen bir çocukluktan-gençliğe geçiş olgusu. Bu dönemde bozulan psikolojik dengeler 60 yaşına kadar bile yerine gelemiyor; bu konunun üçüncü evrede ortaya çıkan semptomların temeli olduğunu düşündürüyor.

Bu şartlarda psikolojisi, kimyası ve fiziği istenen kıvama getirilen gençler, büyük bir tantana, tören ve gazla yüksek kısma geçiyor. Bu arada zengini, uyanığı ayrılıp üniversiteye gidiyor. Bu dönemde üniversite ortamı terör ve anarşi nedeniyle hayli tehlikeli olduğundan bu okulların belki bu açıdan ve tabi ki ekonomik olarak avantajlı olduğunu belirtmek lazım.

Yüksek okul, üniversite seviyesinde değil. Zaten daha sonra kurumsal güç kaybı ile birlikte hiç bir kılıfa uydurulamadığından öyle arada bir derece alınan bir yer. Dersler karmakarışık, tam bir türlü. Hem denizci, hem mühendis, hem asker, hem politikacı, hem ekonomist hem makineci yetiştirilsin diye her türlü dersin tıkıştırıldığı bir program. Hocalar da genelde yine bu okulu bitirmiş fakat daha sonra ABD’de lisans-yüksek lisans eğitimi görmüş kişiler; yani yine aynı kısır döngü içinde kalınmış. O zamanlar nadiren dışarıdan birileri ders vermeye geliyor. Burada da dayak serbest; ilave olarak çok büyük suç işleyenlere (örneği yasak yerde sigara içenler) oda hapsi cezası bile var. Ancak, hem biraz daha yaşça olgunluğa erişildiğinden ve lisedeki baskıdan biraz daha azına maruz kalındığından ve de mezun olmaya az kala bu baskılardan tamamen kurtulmak ümidiyle biraz daha çekilebilir bir ortam.

Bu dönemin finali de başlangıcı gibi; eğitim yapıyormuş maksadıyla konulan SAVARONA ile yurt dışı gezisi, yine gemideki görevliler ve bunları gönderenlerin, o zamanlar karaborsa olan içki, parfüm, kot hatta oyuncak ithal organizasyonuna dönüşmüş gibi. Gemiye yüklenen malların fotoğrafını çektim diye elimden makine alınmış, içindeki filmler imha edilmişti. Bendeki de çocukluk işte, vatan kurtaracağız ya. Eğitim kısmını pek hatırlamıyorum, ancak Avrupa ülkelerini bu genç yaşta görmüş olmamız o zamanlar için büyük nimetti.

Devamı Gelecek…

Üçüncü Evre: Görev-Part II

Dördüncü Evre: Emeklilik-Part III

Ayakkabıdan Devam…

Koşu ayakkabısı

Eskiden, 1960-70’li yıllarda, “Keds” denilen tek tip bez ayakkabılar giyilirdi. Bunlar genelde beyaz poliüretan taban üzerine beyaz ya da mavi üst kısımlı ayakkabılardı; her iki yanlarında havalandırma için ikişer delik balıkgözü denilen metal ile zımbalanmıştı. Sanırım bu ayakkabılar bizde de üretilirdi ki ucuzdu. Aynı kategorideki “Converse” marka olanları ithal fakat kaçak olarak getirilir; bu nedenle de çok azı tarafından giyilirdi.

Bu dönemlerde spor yaygın değildi. Televizyon ve internet olmadığından, insanlar zaten bu konuda fazla  ilgi-bilgi sahibi değildi. Seyehat etmek hem uzun hem masraflı olduğundan, bugünkü gibi şehir-şehir yarış kovalamak her babayiğidin harcı olamazdı. Zaten böyle bir yarış organizasyonu ve bugünkü gibi farklı şehirlerde yarışlar olmazdı. Varsa yoksa futbol; o da top yok ayakkabı yok, ne bulunursa giyilir, plastik toplar kovalanırdı.

Bugün için koşma olayı olimpiyat pistlerinden taşmış gerek sağlık gerekse organizatörlerin etkisi ile sür’atle yayılmıştır. Ülkemizde fark edilmese ve katılımcı sayısı az olsa bile, yurtdışında, tabi ki gelişmiş ülkelerde, nerede ise her şehrin önemli ve meşhur koşuları her yıl bir ya da birkaç kez icra edilmekte. Bu alanda da 5-10 Kilometrelik yarışlar yanında yarı-maraton (21.1K), maraton (42.2K), ultra-maratonlar koşulmakta.  Bunlardan en prestijlisi, homo-sapiens dayanma sınırı çok az altında ya da çok az üstünde(kişiye bağlı) olan maraton. En meşhur maratonlara onbinler katılmakta; Singapur 50 bin, Boston 40 bin, New York 40 bin, Münih, Berlin, Roma… Amerika’da yılda 50 binden  fazla yarış düzenlenmekte. Ve bu yarışlarda bir yılda koşan sayısı 60 milyon civarında (Bizde maalesef hala koşmak sadece doğuştan atlet birkaç kişiye bırakılmış gibi; yer, imkan, kültür ve yine maalesef tembellik.) Bu nedenle bu sporla ilgili ayakkabı, şort, atlet, çorap gibi aksesuarların tasarım ve üretimi çok büyük bir endüstri. Bu açıdan da önemli bir araştırma geliştirme gerekiyor ve yapılıyor.

ABD’de en fazla bilinen ve giyilen ayakkabı “Asics”. Bu durum Boston 2015 maratonunda oturup ayakkabıları sayan biri tarafından da grafik olarak ortaya konulmuş.Shoe-Count
Burada da görüldüğü gibi bizdeki Nike ve Adidas bağımlılığı Japon Asics ile Amerikan Brooks’a odaklanmış. Tabi bunun pek çok nedeni var. Pazarlama dışında teknik olarak her mesafe için insan ayağına ve koşu mesafesine, zeminine en uygun ve sağlıklı ayakkabıyı üretmek. Bu da çok zor bir iş. Çünkü dünyada 8 milyar insan varsa, 8 milyar farklı ayak yapısı var. Bunları koşu mesafesi ve zemini, hedef, alım gücü ile çarpınca korkunç bir kombinasyon rakamı ortaya çıkıyor. Bu nedenle her markanın çok fazla modeli var ve sürekli yenileniyor.

Artık basit bir ayakkabı olmaktan öte  “high-tech” hale gelmiş bu ürünler üç ana kısımdan oluşuyor:

  1. Üst kısım: Ayakkabıyı bir arada tutan bu kısım ayağı dış etkenlerden koruduğu gibi aynı zamanda ayağın havalanması için hafifi ve örgü tipi yapılıyor. Eski Keds’lerde 4 hava deliği yerine bunlarda binlerce hava aralığı var.
  2. Orta taban: EVA denilen özel bir karışımdan yapılıyor; hem hafif, hem ayağın ayakkabı ile bütünleştiği, darbeleri emen ve sürat sağlayan kısım. O kadar dengeli ve hesaplı bir tasarım olmalı ki, ayakkabı ağırlığı artmasın fakat ayağı korusun.
  3. Alt taban: Araba lastiği gibi, ayağın betona, asfalta, toprağa değen kısmı ve ayakkabıyı koruyan tabakası. Bu da o kadar teknolojik ki, hem dayanıklı hem hafif hem sağlıklı olması için reçine bazlı üretilenleri var. Poliüreatandan yapılanlar daha ucuz markalarda. Asics örneğin kendi geliştirdiği “Solyte Polimer” reçine bazlı tabanı kullanıyor. Poliüretanlardan %30 daha hafif ve sağlıklı. Ayrıca tabanda farklı teknikler ve malzemeler de kullanılıyor. Örneğin Asics “Gel” destekli tabanı tüm darbeyi alarak diz eklemlerini koruduğunu iddia ediyor. Mizuno ise burada boşluklar koymuş,  Nike Air vb. farklılıklar tasarlamış. anigif_enhanced-16596-1435170710-4Ayrıca tabana yay koyup her basmada ortaya çıkan enerjinin bir bölümünü iade ettiğini iddia eden teknolojiler de var. İleride sanırım yer çekimi ve sürtünmeyi azaltacak, yana ve öne basma açısını düzenleyecek malzeme ve teknolojiler sayesinde insanlar daha da hızlı gidebilecekler; “Geleceğe Dönüş” filminin uçan kay-kayına benzer ayağı tamamen yerden kesebilecek ayakkabılar için biraz daha beklemek gerekecek.
  4. Ayakkabıların dili, topuğu, bağcıkları her milimetre karesinde bir teknoloji, araştırma ve mühendislik dokunuşları var.

Normal yürüyüş ve jogging için ayakkabı seçimi ile mücadele sporlarında giyilecek ayakkabı seçimi farklı olması gerekmekte. ABD mağazalarda, ayakkabı alırken danışmanlar var. Bunlar yarım saat- bir saat sizin ayak ölçünüz, yapısı, koşma şekli, zevkinize göre en uygun marka-model-numara-genişlik (bizde pek bilinmeyen bir de genişlik numarası var ayakkabılarda) bularak şu ayakkabıyı verelim diyorlar. Bu kadar teknik ve taktik bir konu yani. Bu konu başlı başına bir uzmanlık alanı.

Neye yarıyor?

  1. Pheidippides döneminden olmasa bile ayakkabı etkeninin devreye girmeye başladığı yıllardan itibaren performans gelişimi:
    yıl Süre yıl Süre yıl Süre
    1908 2:55:18 1980 2:09:01 2008 2:03:59
    1920 2:32:35 1998 2:06:05 2011 2:03:38
    1952 2:20:42 2003 2:04:55 2013 2:03:23
    1960 2:15:16 2007 2:04:26 2014 2:02:57

    Tabi bu gelişmeyi sadece tek bir değişkene bağlamak doğru değil; daha bilinçli çalışma, beslenme, Afrikalıların devreye girmesi yanında ayakkabı, rekabet ve diğer aksesuarlar sayılabilir,
    1. Sakatlık açısından iyileşme; ne kadar az destekli ayakkabı olursa, özellikle uzun süre egzersiz ve yarışlarda diz, kalça, ayak bileğindeki sakatlıklar önlenmiş oluyor. Tabi binde bir çıplak ayaklı koşucular da çıkıyor; ancak bunlar belki sadece dikkat çekmek amaçlı olabilir. Araştırmalara göre çıplak ayak-minimalist ayakkabı-gelişmiş ayakkabıya doğru sakatlıklar azalmakta,
    2. İnsanlarda oluşturulan merak ve bilgi seviyesi, firmaların pazarlama  ve tanıtım faaliyetleri  sayesinde koşuya olan ilginiz artması,
    3. Büyük firmaların sponsorluklarındaki yarışlar ve atletlerin daha çok ilgi çekmesi, özellikle yol yarışlarında ortaya konan büyük ödüller, koşuları statlardan dışarı taşımış gibi. Biz bile kendi yaş grubumuzdaki PR takip ederek hem hedef koymuş oluyoruz hem de kişisel tatmin ve zevkimizi artırıyoruz.
    4. Çok büyük bir ekonomik alan, istihdam, ticaret, araştırma-geliştirme,

Gelelim “Biz ne giyelim?” sorusuna:
Burada ilk sorulması gereken  “Ne yapacaksın?”: Serbest yürüyüş, jogging, kalp için koşma, hasta olmamak için koşma, belirli bir yaşta hem kendi PR hem de belirli gruplar içinde bir yer edinme. Eğer sadece “bir başlayalım da görelim” felsefesi hakimse; ki şahit olduğum pek çok olayda insanların çoğu fazla gitmiyor, bir-iki koşuda pes diyor, ayakkabı imiş, koşu saati imiş aksesuarmış,  başlangıçta fazla yatırım yapmamaları; çünkü ülkemiz kıt imkanları dahilinde iyi ayakkabı ve diğer teçhizat bayağı pahalı.

Sonra pahalı olan muhakkak en iyisi olmuyor. Maliyet-etkenlik-amaç açısından optimum noktayı yakalamak önemli. Ayrıca kilo ve diğer genel sağlık durumuna göre de ayakkabı seçilmeli; örneğin kilo varsa mecburen daha fazla destekli ve pahalı ayakkabılar edinmek lazım ki dizlere vurmasın.

İki-üç yıllık koşucu olarak benim bile kullandığım ve kullanmakta olduğum ayakkabı marka ve modelleri oldukça çeşitlendi; belki aradaki ABD seyahatlerim etkisi ile. İlk resmi koşu ayakkabım dört sene önce aldığım “Asics Kahano 3” idi. Bunu “Asics Kayano 19 ve 20” izledi. Daha sonra çıkan 21 ve 22 fiyatları 150 doları geçince ve altı ayda bir ayakkabı değiştirme durumunda kalınca daha ekonomik olanları araştırmaya başladım. Maliyet etkenlik açısından listenin ilk sırasında olan Saucony Cohesion 8 aldım ve çok memnun kaldım. Daha sonra yine aynı model ile yeniledim koleksiyonumu. Şimdi hem merak hem de değişiklik açısından Mizuno ve Pearl İzumi aldım birer çift; denedim, gayet iyiler. Bu ayakkabıların 44 numara bir tanesi yaklaşık 300 gram. Bu nedenle yine internetten öğrendiklerime göre sadece koşular için Asics Gel Hyper Speed 6 aldım. Bu ayakkabı ise diğerlerinin nerede ise yarı ağırlığına sahip; 170 gr; ancak orta tabandaki esneklik ve alt taban kalınlığı daha az olduğundan, performansa olan olumlu katkısı, acısını yarış sonrası ayak ve bacaklardan çıkıyor.

shoe

Yeni başlayanlar ve bir görelim diyenler için tavsiyem “Outletlerden” koşu ayakkabısı reyonlarından üç-dört eski modelin ucuzlukta olanlarını almaları. Örneğin Asics Kayano modeli her yıl yenilenir çok küçük eklentilerle; şu anda son model Kayano 22  550 TL iken, 21’i 450 TL, 20’si 300 TL civarında. Ancak daha ekonomik modeli de var; 150 TL’lik bir Asics ile başlanabilir. Nike Free modelleri de iyi sayılabilir. Ancak Nike, Adidas gibi markalar genelde çok daha geniş bir yelpazede futboldan, koşuya model sunuyorlar. Puma bence hiç iyi değil koşu için, New Balance’da çabuk eskidi bende. Bu açıdan bizde henüz bilinmese de Asics, Saucony, Mizuno gibi markalar sadece koşu ayakkabısı tasarım ve geliştiricileri. Bu markaların beğenilen modellerden ekonomik olanları ve özellikle de ayağa giyerek test edilenleri tercih edilebilir. Daha önce de belirttiğim gibi başlangıçta fazla para vermeye gerek olmadığını düşünüyorum; çünkü bu markaların bir önceki modeli ile arasında çok ufak farklar var, adım adım gidiyorlar. “Sketcher” markası da yürüyüş ve koşu için tercih edilen markalardan biri burada. Ben de bir tane bilmeden almıştım iki yıl önce günlük giymeye; ancak bazen koşmak için de kullandım. Şimdilerde içinde “memory-foam” kullanılan modelleri hem günlük kullanımda havalı hem de yürüyüşte kullanılabilenlerinden. Yürüyüş için koşu ayakkabısı alınabilir; ancak yürüyüş için alınan ayakkabı ile koşulmaması tavsiye edilir.

Bu arada yeni öğrendiğim bir ortopedik bilgiyi de vermeden geçemeyeceğim: İnsanların her iki ayağı aynı numara bile olamayacak şekilde birbirinden farklı olabiliyor. Bunu ölçen aletler mağazalarda bulunabilir.  Bu nedenle pahalı alınacak ayakkabılar için her iki sağ-sol ayakkabı da ayağa giyilip dükkan içinde yürünmesi iyi olur. Kilo varsa (BMI 25’den büyük) Asics nimbus 18 ya da Kayano 22 paraya kıyılarak giyilebilir, dizleri koruma açısından; çünkü bunların taban esnekliği ve yumuşaklığı beton ya da asfalt sert yüzeyinden diz eklemlerine yansıyan basıncı emmek üzere tasarlanmış ve malzeme kullanılmış.

Daha teknik ve ayrıntılı bilgi için: kosugazetesi.com/alti-ustu-kosu-ayakkabisi by Mert Derman

Sağlıklı koşular… Reading, 14 May 2016

ayakkabıdan mı başlasak?

“Türkiye Uçak Gemisi – 2021 de sulara iniyor”
“Türkiye THY Yerli yolcu uçağı yapacak”
“Yerli uçak fabrikasının nereye kurulacağı açıklandı”
“Yerli otomobil 20 liralık yakıtla bin kilometre yol alacak”
“Dev firma, Türkiye’de ilaç üretimi yapacak”
“Karabük’te bir çiftçi 10 yılda 8 yerli araç yaptı”

ayakkabıAyakkabı insanlığın ilk icatlarından olsa gerek; tekerlekten önce. Ancak en gerekli ve en uzun kullanım süresi olan bir eşya. İlk ayakkabının 40.000 yıl önce giyildiğini rapor eden araştırmalar okudum. Yatarken bile çıkarmıyordu sanırım ilk insanlar; bugün ki gelişmiş ülkelerde olduğu gibi  😆 

Koşucu olunca, Azerice kaçışçı, haberdar olduğum bir konu da ayakkabı oldu. Ayakkabı diye geçmemek gerekir; o kadar büyük bir alan ki. Hatta ayakkabının spor ayakkabısı alt grubunun koşucu alt grubu bile o kadar özel ki. Koşucu ayakkabısının egzersiz için olanı, koşu için olanı, koşunun cinsine göre  uzun mesafe için ayrı, orta ve kısa mesafe için ayrı, arazide koşan için ayrı tipleri var. Geçen gün Reading’de koşarken bir tane de Çin’li egzersiz yapıyordu; torbasında 4 farklı çift ayakkabısı ile. Sordum. “Bir tanesi engelde koşmaya, biri düz koşarken, biri zıplarken biri de gidip gelirken giymek için” diye yanıt verdi. 

Gerçekten de işin içine girince konu derinleşiyor. Fazla kilolar için daha destekli ayakkabı gerekiyor, dizlere fazla yansımasın diye. Ayakkabının burun tarafı ile taban yükseklik farkı, ağırlığının 12 onz ya da 6 onz olması…derinleştikçe derinleşiyor.

Bu alanda da Japon ve Amerikan markaları en bilineni ve teknik olarak en gelişmişleri. Daha önceki ziyaretim sırasında, koşucu değilken yanlışlıkla aldığım “Asics” markası Japonların çok meşhur burada. Ardından Mizuno, Pearl İzumi; Amerikalıların Nike, Adidas, Brooks, Saucony, Sketcher daha da özel olarak üretilen Altra, Salomon, Newton; liste uzayıp gidiyor. Bir de bu markaların yüzlerce farklı modelleri olduğunu düşünün.

esemTürkiye’de 70’li yıllarda “Esem Spor” markası ile bunların atası ayakkabılar üretiliyordu; bizler de giymiştik zamanında. Sonradan gelişmek yerine ortadan kayboldu;  işletme açısından kurumsallıktan uzak olmaları mı, araştırma-geliştirme olmaması mı, rekabet mi sebep oldu batmalarına bilemiyorum.

Türkiye’de de koşucuların ayaklarında bu markalar görünür hep. İki yıllık koşucu geçmişi olan bende bile 5 çift koşu ayakkabısı olduğunu düşününce, eskittiklerim hariç, çünkü bu ayakkabıların prospektüsünde 900-1000 km. koştuktan ya da 6 ay sonra ayakkabıyı değiştirin yazar. olayın ekonomik büyüklüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca teknolojik olarak da sürekli araştırma geliştirme gereken, en ufak yeniliği atlayanın kaybolmaya mahkum olduğu bir iş ortamı. Bunun pazarlama, marka oluşturma, üretim işletmesi ve diğer organizasyon kapsamları da var.

ucakgemisiBence eğer uluslararası değeri olacak sadece bir koşu ayakkabısı markası oluşturabilsek ve devam ettirip, az önce bahsedilen markalarla rekabet edebilecek hale getirebilsek, arkası gelecek; belki 40.000 yıl beklemeye gerek kalmadan, arabada yaparız, uçak da. Ancak kanımca ayakkabı yapamadan uçak, hatta uçak gemisi biraz hayal gibi!…Reading 12 Maysı 2016