BABAMIZ-60’s yaşlarda aklımızda kalanlar

Yaşlandıkça daha bir duygusal oluyor insan, kendi çocuklarını, torunlarını gördükçe, eski yaşanmışlıklar gözler önüne geliyor, istemeden de olsa karşılaştırmalar, benzetmeler, nostaljiler dökülüyor…

DSC00592
1962-Karabük

Bu kapsamda kardeşim tarafından kaleme alınan yazı aşağıda:
Değerini bilemediğimiz en büyük değerdi babamız. Hayatını bize adamış, bizim mutluluğumuzu kendisininkinden daha üstün sayarak aslında kendinde bizi yaşamıştı. Anlattığı hikayeleri ondan daha iyi anlatacak bir edebiyatçı tanımadım ben. Anlatmaz adeta yaşatırdı. O dönemler bugünkü çizgi film alanındaki üstün teknoloji olmadığı gibi hikaye alanında da bilinen eski romanlar ve hikayeler vardı sadece. İşte;  Sinekli Bakkal, Yüksek Ökçeler, Kaşağı vb. İnanın onlar bile babamızın bu alandaki yetenek seviyesine gelemiyordu zihin alemimizde.

Diğer bir konu da babamızın her şeyini bize anlatmaktan duyduğu müthiş zevkti. Bizim dinleme konusunda başarılı olduğumuz pek söylenemezdi. Çocukluğumuzun ya da ergenliğimizin hadi biraz daha ileri gideyim sorumsuzluk ve saygısızlığımızın dozunun yüksekliği bile onun anlatma heyecanını azaltmazdı. Her şeyini bize anlatmayı sever, dinlemesek de alınmaz, araya kaynattığımız laflara rağmen anlatacağı konunun kalan kısmını asla unutmaz hala aynı heyecanla anlatmaya çalışırdı. Yani adeta kendini bizde yaşar gibi yaşardı. Düşünün yani empati yapın “bir şey anlatıyorsunuz birileri durmadan lafınızı bölüyor, gülmeyle karışık konuyu kaynatmaya çalışıyor” acaba ne yapardınız? Ben kendi adıma; çok sinirlenir, ya konuyu bitirir ya da bir daha o kişiye bir şey anlatmazdım. Ama babamız bize bir şey anlatabilmeyi bölük pörçük de olsa çok sever asla bu sabotajlardan yılmaz ve mevzusunu mutlaka bitirirdi. Hatta öyle ki cümle sonlarında konu bitti sanıp işi kaynatmayalım diye nefes almadan anlatmaya devam ederdi. Bu anlattıklarımdan bilmeyenler şunu düşünebilir: “Acaba çok sıkıcı mı anlatıyor”! Hayır asla öyle değil onun kadar akıcı anlatan çok az kişi tanıdım. Buna okulumuzdaki profesörler de dahil. Zaten rahmetli babam ”ben okusam profesör olurdum” derdi!

Babamız biz çocukken yukarıdaki özelliklerini keşfedenler tarafından işyerinde sendika temsilciliği ve başkanlığı görevlerine de getirilmişti. Türkiye’nin en büyük sendikalarının başkanlarından dini ve milli bayramlarda bizzat babamın adına  yazılı, eski kutlama şekli olan kartpostallarla kutlama yapılarak muhatap alınırdı.

Çalışmayı çok sever adeta koşarak çalışır, devlet işinin laubalilikle atlatılamayacağını, tüyü bitmedik yetimin  hakkı olduğu yönündeki sözlerini sık sık işitir, bizi gelecek için ve asla yalan konuşmamamız konularında da uyarırdı. Biz de tüm iş hayatımızda bu ilkeleri hep içimizde hissettik.

Anne ve baba sevgisi ile kardeş, diğer akrabalara ve sılaya olan sevgi ve değeri biz onda öğrendik. Kendi anne ve babasına o kadar düşkündü ki; dedem yaklaşık 103-105 yaşlarında öldü. O öldükten tam 2 yıl sonra da babamızı kaybettik. Ben babamı anne ve babasının yanında onlar otur demeden oturduğunu hiç görmedim. Onlarla konuşurken sesinde de hep yumuşaklık ve incelik vardı. Asla onlarla konuşurken yüksek tonda konuşmazdı. Ayaklarını uzattığı da vaki değildir; dedemin gözleri görmediği halde! Dedemle konuşurken ayakta olarak konuşur, dedem bunu bir müddet sonra fark ettiğinde; “oğlum otu otu” derdi babama. O’ da, ondan sonra otururdu her defasında. Onlara hiçbir zaman eli boş gitmez, onların sevdiği şeyleri gücünün yettiğince onlara götürürdü. Bayramlarda biz kendisiyle bayramlaşıp kahvaltımızı yaptıktan sonra da muhakkak amcalara gitmemizi tembih eder, eğer geciktirirsek  bunu birkaç kere hatırlatır ve bizi gönderirdi. Diğer akrabalara da hiçbir zaman kötü lakap ve söz kullanılmasını sevmez bazı şeylerine kızsa da bunu ya içinde saklar ya da onları rencide etmeden çözmeye çalışırdı. Çözülmeyecek bir sorunsa yine akrabalık duygularından vazgeçmez bu olayı yapanların cahilliğine verir fazla uzatmazdı. Bütün bu saygı ve bağlılık duyguları babamızın akrabaya çok önem verip, değerli görmemiz konusunda bize de mesaj vermesiydi. Bence kabrinin kendi köyünde olmasını istemesi de akrabalarını, köyünü, anne ve babasını nasıl sevdiğinin bir göstergesi, yıllarca gurbetlerde anne, baba, kardeş ve memleket hasretinin dışa vurumuydu.

Oysa biz? Ya biz ne yaptık bunu görmemize rağmen? Hadi onu hiç söylemeyeyim. Durumumuz çok parlak değil yani. Hep çocuk kalmayı severdik onların yanında. Hep naz eden, hep ilgilenilen olmak istedik. Hep onlardan bekledik. Hep peşimizden koşsunlar istedik. Hala öyle değil miyiz? Şimdiki nesil de öyle değil mi? Eski okul disiplinlerine bir de şimdikine bakın? İnsanlar çocuklarını el üstünde tutuyor diğer değerler yok sayılıyor. Eskiler kendileri çok sıkıntı çektiklerinden çocukları çekmesin diye aşırı toleranslı davranıldığından saygısız bir toplum olmaya mı başladık acaba. Çocuklarımızı küçükken uykusuna kıyamayıp namaza kaldırmamamız gibi. Acaba kıyamayarak mı kıydık çocuklarımıza? Birçok konuda ister namaz, ister terbiye, ister disiplin; hangisini derseniz deyin. Tüm bu zamanın neslini kastediyorum bunları yazarken belli bazı kişiler değil elbette ki kastım.    

 Şimdi biz onların yerindeyiz. Annem 20-25 yıl önce söylerdi; “oğlum biz yaşlandık siz de yakında bizim yerimize gelecek biz de dedenlerin yerine geldik” diye. Masal gibi dinlerdim. Babamızı o muhteşem sevgisiyle hep arkamızda görmeye alışmıştık. O ölünce dünyanın yarısı yıkıldı sandım, öyle ki büyük bir duvar göçmüş gibi oldu arkamda sırtımı dayadığım. Hiçbir tat artık eskisi gibi lezzet vermiyordu bana. Babamız; meğer bizim her şeyimiz, mutluluğumuz, dünyadan aldığımız en büyük zevkimiz, düşmek üzere olan birinin tutunduğu son dal imiş. Bir şeyde yakaladığımız mutluluk onun sevinmesi yanında çok değersiz kalıyormuş meğer. Dünya onunla güzel, onunla değerleniyormuş her şey.

Çok çekmişti ömrü boyunca. Ondan dolayı bizim okumamızı istiyor, onun çektiklerini çekmemizi istemiyordu. Ömrü boyunca babası dahil kimseden destek görmemiş, her şeyi tırnaklarıyla kazıya kazıya kazanmıştı. İstanbul’daki bekarlık döneminde çektikleriyle ilgili mahalli basın hikayeler yazmıştı; hepsi yaşanmışlıklardı, yaşadıklarıydı.

Ölmeden birkaç ay önce, çeşitli zamanlarda defalarca  bana oğlum Furkan’ı gösterip “Doğan, bu beni hatırlar mı?” derken bile inanmamıştım öleceğine. İnanmamıştık hiçbirimiz. Nasıl ölebilirdi? O, babamızdı. O , Allah’ tan sonra ki yaşayan en büyük değerimizdi. O ,atamızdı. O, bizim için bizi bizde yaşayan en kutsal varlığımızdı. O kalbimizde ve gönlümüzde yıkılması mümkün olmayan en büyük, en güçlü, en yıkılmaz kaleydi. Bize olan sevgisi kaynaktan fışkıran çağlayanlar gibi kuvvetli ve gür, ama saf ve temiz, katışıksız bir pınardı. Onun kadar bizi seven başka birini yeryüzünde henüz görmedim, göreceğimi de sanmıyorum. Annemin sevgisini de ayırmıyorum tabii. Allah anacığıma da uzun ömür versin, başımızdan eksik etmesin. 

Babamız için ne yapsak az. Onu yeryüzünde yaşatmamız gerektiğine inanıyorum. Hep birlikte yaşatalım; sadece kalbimizde değil yapacağımız hayırlarla, o hayırlara onun ismini vererek, kazandıklarımızla, birazını bu iş için ayırarak. Yüce Allah, şu dört kişinin amel defteri kapanmaz diyor: hayırlı evlat bırakanın, hayırlı ilim yapıp bunu insanlığın yararına sunanın, hayırlı işler için infakta bulunanın ve hayırlı bir eser bırakanın. Allah nasip eder bu tarz bir faydayı ortaya koyabilmeyi; hem o, hem de kendimiz yararına. Mevlana’nın şu sözünü hatırladım: “Eğer yoksa yer yüzünde sana ait bir eser, zaman gelir senin de yerinde yeller eser”…

Bir yanıt yazın