BigFarma efsanesi giderek genişliyor. İlaç firmalarının insanları önce hasta edip sonra çare sunmaları senaryoları tam gazla devam ediyor. ABD başta olmak üzere önce kandaki glikoz oranının ilaç kullanma seviyesini 130’dan 100 düşürmesi, buradan yeteri kadar nemalanıp patent dönemi bitince kolesterol hikayesi ile milyonlara statin kitlemeleri ve bunun da patent hakları bitip tatlı karlar sona erince yeni çareler aramaları ortaya çıkmakta. Ne idüğü belirsiz Covid senaryosu sonrası milyarlarca aşı, testi ilaç hatta Trump önerisi ile çamaşır suyu satışları da hala soru işaretini koruyor bazı çevrelerde.
Şimdilerde yeni fakat çok daha büyük bir hedefe yönelik bilimsel(!) açıklamalar ardı ardına. Yıllarca süre gelen etkin bir zayıflama yöntemi arayışı diyetler, egzersizler derken nihayet insanların en kolayına gelecek bir yöntemle halledilecek gibi lanse ediliyor. US FDA tarafında daha önce diyabet hastaların kullandığı 2021 yılında onaylanan iğne şeklindeki bir ilaç(!) obezitenin bir hastalık olarak tanımlanması sonrası epey ses getiriyor.
Bu konudaki araştırmalar devam ederken yapılan açıklamalar “semaglutide” enjektesinin (Semaglutid glukagon benzeri peptid-1 reseptör agonisti olarak, insülin üretimini artırarak kan şekeri seviyesini düşürüyormuş) zayıflama konusundaki etkinliğini göklere çıkarmakta. Bu şekilde zahmetli ve yorucu egzersizler ve bıktırıcı diyetler ve yaşam tarzındaki değişiklikler yerine bir iğne ile sorunu kökünden halletmişler.
Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bu ilacın aylık maliyeti 1.000 USD (Türk parası ile 30.000 TL) ve ölene kadar kullanılması gerekiyor. Yani bir kaç ay kullanıp zayıflayayım derseniz olmuyor, bırakırsanız yüzde elli fazlası ile geri geliyor kilolar.
Şimdi biraz matematik ve business: Sadece ABD %70 obez, bunu gözlerimle de gördüm, herkes de görebilir. Bunun için öyle büyük hesaplar, istatistiki yaklaşımlar gerekli değil. Sadece bir alışveriş merkezi önünde alışveriş yapan eşinizi beklerken gelen obezleri saymanız yeter. Hadi %50 potansiyel müşteri olsun. Yani 170 milyon obez amerikalı. Aylık 170 milyar dolar, yıllık 2 trilyon dolar. Bizim bütçenin 3 katı. Bunu bir de dünyaya yaydınız mı ilk 10 ülke GDP (65 Trilyon USD) haricinde tüm 190 ülke GDP toplamı (35 T-USD) bir bütçe.
Bir taraftan yine trilyonlarca dolar junk-food ve yine trilyonlarca dolar sanal alem de oturma karşılığı trilyonlarca dolar ile şişirilen insanlar buna karşılık bunları biraz hafifletme için trilyon dolarlar. İnsanlar arada pinpon topu gibi gidip geliyor, özellikle gelişmiş ülke garipleri. Gelişmemiş insanlar bu oyunda çok karlı ne kilo aldıracak paraları var ne de bu kiloları atma gereği, zaten yemedikleri ve sürekli mecburi spor yaptıklarından yürüme, çalışma…
Konuyu biraz deşince bu konudaki yazıların genelde, her ilaç da olduğu gibi, bu ilacın patentini elinde tutan BigFarma denilen arkadaş kontrolünde olduğu hemen anlaşılabiliyor; ya kendi sitelerinde ya reklam verdikleri mecralarda ya da bitr şekilde etkiledikleri bilim insanları yazılarında.
Farmakolojik açıdan her ilacın bir çaresi yanında bonus olarak sunulan bin yan etkisi burada da ortaya çıkar yakında, yok mide, yok böbrek, yok demans. Halbuki homo sapiens açlık dönemlerinde kullanmak üzere stoklu olacak şekilde evrimleşmiş. Kimi stok alanı daha fazla kiminin az. Bunlara set çekmek ilkokul fen-bilgisi dersindeki vücut sistemlerinde bile açıkça zarar olduğu yazılıyor.
Bitcoin türevleri olayında olduğu gibi ya da en meşhur Banker Kastelli bize kolay para kazanmanın risklerini mecaz ederken, daha da kıymetli ve varlığımızın, mutluluğumuzun dayanağı sağlığımız konusunda kolayca kilo vermek (banker olaylarında kazanma varken, burada kayıp önde) bu kadar kolay olmasa gerek.
Bence bu kolay yollara gitmektense 3-4 gün, günde bir saatçik hareket çok daha ucuz, kolay, risksiz hatta üstüne sağlık, sosyal, psikolojik her açıdan daha olan en basit bir koşu ilacı acısız ve reçetesiz daha iyi olmaz mı?
Does the act of regularly lacing up one’s running shoes pave the path to becoming a remarkable leader, or do exceptional leaders gravitate towards the rhythm of regular runs?
The relationship between running and leadership is not necessarily one-directional. Engaging in regular running can develop qualities that can contribute to leadership, and being a good leader can lead individuals to prioritize activities like running for their personal well-being and effectiveness. It’s important to note that leadership is a complex combination of various skills and attributes, and running alone is not a definitive factor in determining someone’s leadership abilities.
Regular running can help individuals develop qualities such as discipline, resilience, perseverance, goal-setting skills, and a commitment to personal growth. These attributes can contribute to their ability to lead effectively. By cultivating these qualities through running, individuals may enhance their leadership capabilities and become good leaders.
On the other hand, managers exhibiting leadership qualities have already acknowledged the significance of engaging in activities like running and other forms of exercise to uphold their overall well-being and leadership skills. By incorporating running into their routine, they effectively maintain their physical fitness, manage stress, and preserve mental clarity, resulting in a mutually beneficial outcome for both themselves and the organizations they lead.
Physical fitness is essential for overall health well-being and productivity. Exercising regularly, especially running provides high level fitness and confidence that positively impact physical and mental health, higher energy , low stress, better sleep quality, self-confidence and longer working potential with longevity meaning you can add many years to your work-life. That leads a healthier, happier and more productive life span.
Drawing from the most recent research, this book uncovers the numerous advantages of running, encompassing both physical and mental well-being. It delves into how running not only enhances cardiovascular fitness but also boosts cognitive capabilities and aids in stress reduction, serving as a cornerstone for fostering a robust and concentrated mind. However, the benefits of running don’t end there.
‘Running to Success’ highlights the valuable parallels between running and effective leadership. The discipline, goal-setting, and perseverance required to conquer a challenging run mirror the qualities essential for navigating complex business environments. Through inspiring stories and practical techniques, readers will discover how running cultivates discipline, sharpens goal-setting skills, and nurtures resilience, directly translating into improved managerial performance.
Furthermore, this book explores the impact of emerging technologies on the future of management, with a specific focus on artificial intelligence (AI). As AI continues to reshape industries and workplaces, ‘Running to Success’ examines how running can complement and enhance AI-driven leadership. It explores the unique perspective and creative thinking that running fosters, enabling leaders to navigate the complexities of an AI-powered world.
Beyond the individual, ‘Running to Success’ explores the broader impact of running in the professional realm. It unveils the networking opportunities that arise from shared running experiences, and how running can foster teamwork, collaboration, and motivation within organizations. Additionally, ‘Running to Success’ provides insights on time management strategies, mindfulness practices, and implementing running programs in the workplace, allowing leaders and managers to optimize their personal and team performance.
By the final page, readers will be equipped with the knowledge and inspiration to embark on their own running journey, unlocking the full potential of their leadership abilities. ‘Running to Success’ is a compelling guide for aspiring and seasoned leaders alike, revealing the transformative power of running exercise in achieving managerial excellence, personal fulfillment, and adapting to an AI-driven future.
I asked openAI chatGPT 3.0 the question above and what I got is below:
It’s difficult to predict with certainty which professions will become “stars” or which ones will disappear by 2030 and beyond, as there are many factors that can influence the job market, including technological advancements, economic trends, and societal changes. However, based on current trends and projections, here are a few potential examples:
Professions that may become stars:
Data analysts and scientists: As the amount of data generated by businesses and individuals continues to grow, the demand for professionals who can analyze and interpret that data is likely to increase.
Software developers and engineers: As technology continues to evolve and more industries rely on software, the demand for skilled developers and engineers is likely to grow.
Healthcare professionals: With an aging population and the ongoing need for healthcare services, healthcare professionals such as doctors, nurses, and allied health professionals are likely to remain in demand.
Renewable energy professionals: As the world continues to shift toward renewable energy sources, professions in this industry, such as solar and wind technicians, are likely to see growth.
Professions that may disappear:
Assembly line workers: As automation and robotics continue to advance, the need for human workers on assembly lines may decrease.
Customer service representatives: With the rise of chatbots and other automated customer service tools, the need for human representatives may decrease.
Retail cashiers: With the increasing popularity of online shopping and self-checkout systems, the need for human cashiers may decrease.
Travel agents: With the rise of online booking platforms, the need for human travel agents may decrease.
It’s worth noting that while some professions may decline, new opportunities may also arise in other fields, so it’s important for individuals to stay adaptable and continue learning new skills throughout their careers.
Bir konuyu anlayabilmek için konunun kelime anlamını iyi kavramak gerekiyor. Konu başlığı, konuya götüren kelimenin etimolojik kökeni çok önemli aslında. Ondört yaşında Deniz Lisesine başladığımızda, özellikle gemicilik ile ilgili terimlerin anlamını kavramak çok zordu; hatta bizim gibi henüz denizi ilk defa gören Anadolu’dan devşirme çocuklar için Almanca’dan bile (Bizim zamanımızda yabancı dil öğrenmek çok zordu. Okullarda genelde göstermelik öğretilen İngilizce-Fransızca-Almanca üçlemesinde en korkulan Almanca idi.)
İlerleyen yıllarda İtalya ve İtalyanca ile haşır neşir olunca aslında gemicilik terimlerinin yarı İtalyanca, yarı Arapça kökenli olduğunu görmeye başladım. Hatta İtalyanca ve Arapça çalışmalarım sırasında eskiden muamma gibi gelen kelimelerin, kavramların çok daha basit ve anlaşılır olduğunu anladım. Bu konuda en ironik olanı (İroni: Fr ironie kinaye, alaylı anlatım) iyi bir üniversitenin endüstri mühendisliği bölümünde bir aktarım sırasında ayrı ayrı “endüstri” ve “mühendis” kelimesinin anlamını sorduğumda bir bilen çıkmaması idi, endüstri mühendisliğini seçmiş, okuyan ve kalan yaşamları bu ünvanla anılacak gençler arasından.
Bunun gibi “dijitalleşme” bugünlerde çok yaygın olarak kullanılan ve kurumların, firmaların bilerek ya da modaya uyarak sahip olmak istedikleri bir değişim, teknolojik bir aşama ve günümüz olmazsa olmazlarından. Bunun önemi ve gerekliliğini digital çağ içinde doğmuş, büyümüş kuşaklar pek kavrayamayabilir, nasıl ki eskiden kullanılan mektup, telgraf gibi. Eskiden bir bankada işlem yaptırmak için gidildiğinde müşteri kartı çıkarılır onun üzerinde elle işlemler yapılırdı. Bırakın kıtalararası işlemleri iki sokak ötedeki aynı banka şubesi işlemi bile epey meşakkatli olurdu.
İlk defa bilgisayar delikli kartlarını Amerikadan gelen bilgisayar eğitimi almış öğretim görevlisi elinde 1975 yılında görmüştük; ancak henüz bu kartları okutacak bir bilgisayar yoktu. Hocamız bu delikli kartlardan birer ikişer bizlere dağıtmıştı. Hala saklayan var mıdır sınıftan bilemiyorum. İlk defa 1980’de Monterey Kaliforniya Naval PostGraduate School’da bu kartları kullanarak Fortran IV program ile tanışmıştım. Yine 1981 yılında ilk PC NPGS Spanagel Hall Binasında Digital Processing Lab’a tekerlekli bir araba üzerinde araştırma görevlisi tarafından itilerek l getirildiğinde görmüştüm. Aynı yıllarda Bill Gates Kaliforniyada bir garajda Z-DOS geliştiriyordu.
Yurda döndükten sonra gittiğim akademide digitalleşme ile ilgili adımlar atmaya çalışmıştım, safça. O dönemde öğrenciler sunumlar için Rapido marka kalem ve şablonlarla asetat üzerine yazılar yazması mecburdu. Bu konu o kadar abartılırdı ki nerede ise bir sunum olduğu gibi asetatlara yazılır ve tepegözlerde sunulurdu. Doğal olarak, zaten kitap kullanılmayan bu okulda, öğrenciler tüm zamanlarını asetat üzerinde geçirirlerdi. Hatta bu asetatlar üzerinde sanat icra eden renkli kağıtlar yapıştıranlar çok takdir görürdü. Şimdi benim torunlar ilkokulda bu tip elişi çalışmaları yapıyorlar. O zamanın Commodore-64K bilgisayarı üzerinden TV’de bu yazıların çok daha kolayca sunulableceğini göstermek istedim, elektronik mühendisiyiz ya. Ancak görülmemiş bir tepki almıştım, “Bu ne yaa!” gibisinden. Yine o zamanlar yayınlanan simulasyon dergileri ekinde verilen floppy disklerdeki programlarla olayların oynanmasını da önermiştim. Ancak yine kabul görmedi ve yazı yazma konusundaki doğuştan gelen beceriksizliğim sonrası okulu gerilerde bitirmiştim.
Bugünlere geldiğimizde dijitalleşme (sayısallaşma) hayatımızın bir parçası değil neredeyse tamamı oldu, yediden doksana (annem 90 yaşında); bilmeyen, duymayan kalmadığı gibi kullanmayana artık yaşam hakkı yok gibi. Çok yakında artificial intelligence (yapay zeka) , robotlar ve diğer dijital aygıtlar sessizce yaşam döngümüzü ellerine geçirerek bizleri atıl bırakabilecek.
Dijital aygıtların gelişmesine bağlı olarak dijital ürünlerin, servislerin hayatımızdaki yeri 1990 yılından itibaren anlaşılmaya başlandı. 1999-2001 yıllarında yöneticilik yaptığım KabloNet firması ile Türk Telekom partnership proje ile oluşturulan fiber altyapı üzerinden yüksek süratli TV yayın ve internet hizmetleri sunulmaya başlandığında öncelikle bankalar bu veri yolunu kullanmak istedi, ardından TV ve video firmaları. Türkiye’de ilk defa Ankara-İstanbul ofislerimiz arasında şimdiki Zoom benzeri görüntülü görüşme yapmıştık. Ancak o günlerde henüz ticari açıdan önemi büyük firma yöneticileri tarafından anlaşılmış değildi. Günümüz en büyük alışveriş firmasından birinde yönetime gidip ürünü sunmuştum, yıl 2000. Genel Müdür yardımcısına insanların uzaktan alışveriş arabaları ile reyonlarda gezerek istedikleri ürünleri alabileceklerini, bunun altyapısının hazır olduğunu anlatmıştım. Fakat heyhat! Arkadaş yüzüme bön bön bakmıştı ve doğal olarak bir geri dönüş olmamıştı.
2000 yılından itibaren müthiş bir teknolojik dönüşüm sürecine geçildi. Bunun nedeni ise başta internet, ipad, PC, akıllı telefonlar ve sosyal medyanın gelişimi idi. 2010 yılına kadar firmalar web-tabanlı uygulamaya geçemediler ya da önemini kavrayamadılar. Bu tarihten sonra başlayan dijital dönüşümün içinde ve henüz başındayız. Konu üstsel olarak artıyor; herkes, firmalar, kurumlar dijitalleşme istiyor da nedir bu dijitalleşme?
Kelime Kökeni
Fransızca ve İngilizce digital “tamsayılara ilişkin, sayısal” sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük İngilizce digit “1 ile 10 arası sayıların her biri, rakam” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcük Latince digitus “parmak, özellikle işaret parmağı” sözcüğünden alıntıdır
Dijitalleşme veya sayısallaşma, (İng: digitization ya da digitalization, Alm: Digitalisierung) ulaşılabilir bilgilerin herhangi bir bilgisayar tarafından okunabilecek şekilde dijital ortama aktarılması sürecine verilen addır. Özellikle mühendisler çeşitli fiziki görüntüleri bilgisayara aktarıp çalışmalar yapmak için kullanırlar (Wikipedia).
Dijitizasyon (Digitization) terimiyle başlayalım. Dijitalleştirme, fiziksel nesnelerin veya niteliklerin dijital bir temsilini oluşturmayı ifade eder. Örneğin, bir kağıt belgeyi tararız ve onu dijital bir belge (ör. PDF) olarak kaydederiz. Başka bir deyişle, dijitalleştirme, dijital olmayan bir şeyi dijital bir temsile veya yapaylığa dönüştürmekle ilgilidir. Bilgisayarlı sistemlerde tutulan bu nesne daha sonra çeşitli maksat ve fonksiyon için kullanabilir. Üretim alanından bir örnek, bir ölçümün manuel veya mekanik bir okumadan elektronik bir ölçüme dönüştürülmesi olabilir.
Dijitalleşme (Digitilization), dijital teknolojilerden ve dijitalleştirilmiş verilerden yararlanarak süreçlerin etkinleştirilmesi veya iyileştirilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla dijitalleşme, dijitalleşmeyi varsayar. Bunun örnekleri, mikroişlemci tabanlı bir sistemdeki PLC (Programmable Logic Controller) mantığı veya PID (Proportional-Integral-Derivative) kontrolü, toplu işlem için sıralı mantık, otomatik kapatma mantığı vb. kadar basit olabilir, firmalarda ERP/MRP ile entegre edilerek geliştirilebilir. Dijitalleşme, maliyetleri düşürürken üretkenliği ve verimliliği artırır. Dijitalleşme, mevcut bir iş sürecini veya süreçlerini iyileştirir, ancak onları değiştirmez veya dönüştürmez. Değişim ve dönüşüm için insan, mühendislik, AR-Ge ve yaratıcılık gerekir, şimdilik tabi, AI bu işlevleri de üstlenene değin.
Dijital Dönüşüm, gerçekten dijitalleşmenin sağladığı iş dönüşümüdür. “Dijital” takma ad biraz yanlış bir adlandırmadır, çünkü dijital dönüşümün özü, dijitalleşme teknolojilerinin etkinleştirdiği veya zorladığı iş süreçlerinin değişmesidir. Bunun bir örneği, Operasyonel Teknoloji (OT ) ile BT becerilerinin kesişmesi ve örtüşmesinin siber güvenlik endişeleri, veri akışı gereksinimleri ve beceriler nedeniyle daha tek tip bir yönetişim ihtiyacını yarattığı BT/OT yakınlaşmasıdır. Dijital dönüşümün bir başka örneği, fiziksel süreçlerin yerel kontrolünden aynı süreçlerin uzaktan izlenmesine ve kontrolüne geçiştir. Daha iddialı bir örnek, şirketinizin hammadde satıcıları aracılığıyla beslenen müşteri satış hacimlerinizin entegrasyonu ve böylece daha fazla verimlilik ve yanıt için tedarik zincirini entegre etmesi olabilir. Literatürde bu ve benzer şekilde sınıflandırılmış piramitlere ileride daha fazla katmanlar eklenecektir: ~~Dijital Yaşam-fully on line World ~~Living in-with-merged Machines, Sophia-Hanson Robotics & Beyond
Endüstri 4.0 nedir? Dijital Dönüşüm ve Dijitalleşme kombinasyonu içinde yeri? Gelecek yazıda.
Son kitabım Runnemathics sunduğum koşu matematiği ve koşu simülasyonları dijitalleşmenin spor alanına uygulamasıdır. Bu konu da ayrıca dijitalleşme ve spor başlığında incelenecektir.
Eskiden gazete ilanlarında sık sık “Son Ütücü” ilanları çıkardı. Hâlâ da internet üzerinde ilanlar var. Ancak eskiler gibi heyecanlı değil. Her ne kadar teknik bilgim olmasa da “tekstil kolunda en çok aranan ve ürüne son biçimini veren kimse” olarak tanımlandığını gördüm. Son ütücüler mizah dergilerinde ve karikatürlerde çokça kullanılan bir espri kaynağı idi, aynı zamanda.
Marketing ya da pazarlama işletme bölümlerinde en zevkli bir ders, lisansüstü en prestijli alanlarından biridir. Araştırma ve akademik yayınlar yazmada ucu açık bir alan. Bu konuda genelde Amerikalı meşhur pazarlamacıların yazdığı kitaplar tercüme edilerek “suyunun suyu” içeriğinde üniversitelerde pek çok ders içerisinde aktarılmaya çalışılır. Her ne kadar bu konuları anlatan akademik çalışanlar konuyu sadece kitaplardan öğrenen kişiler olsa da, genelde bir kaç kavram öğrencinin kafasında kalır ve sahaya çıktıktan sonra, zaten ancak bir kaç tane olan gerçekten (lafta değil) kurumsal olarak yönetilen firmalarda bundan yararlanabilirler. Bu arada kişisel gelişim alanı olarak bilinen ve daha basit pratik kitap, broşürlerin yer aldığı diğer bir kolda da destekleyici yazılar çıkar. Buralarda yok neymiş pazarlamanın 4P’si, yok 6P’si, yok 8P’si… Böyle uzar gider. Olayı daha da tırmandırmak istersek: Pazarlama karması, stratejik pazarlama, pazarlama anlayışı, tüketici davranışları, pazarlama taktikleri, reklam, dağıtım, süreç analizleri, bilgi sistemleri, bayi yönetimi, ürün tasarımı, satış tahminleri, beş-on yıllık planlar, hedefler, anketler, zaman serileri analizleri, müşterilerle iletişim, müşteri bilgilerine erişim, bunların analizi, yeni giren “big data” olgusundan daha çok mal satmak ve kar etmek için nasıl yararlanılacağı konusunda yatırımlardan bahsedilebilir. Bunlara bağlı bilgi sistemlerine ve kurulumlarına verilen milyonlar ve harcanan uzunca süreler… Bu sistemler de firmalarda kuruluncaya kadar ya modası geçer ya da bunu kullanmak üzere yetiştirilen personel başka firmaya geçmesi nedeniyle atıl kalır, genelde.
Hele de reklamlar: Genelde beyaz ırkın en seçkin temsilcileri, Avrupa ya da Amerikalı tipler, yine 20-30 katlı apartmanlarda bahçesiz, gökyüzü görmeden yaşayan bizlere inat, yeşillikler içinde geniş tek katlı evlerde mutlu yaşayan ve sadece tüketen ve “Alice harikalar diyarında” yaşamakta olan neşe içindeki aileler bu ürünleri çokça tüketirler.
Bütün bunları oluşturmada fiyakalı ve meşhur okullardan mezun pazarlama yöneticilerine korkunç paralar ve zaman verilir. Genelde kitaplardan ve başka kültürlere göre yetişen ve piyasayı bilmeyen bu sözde uzmanlar büyük ve süslü laflarla patronları oyalayarak sözde stratejiler ve organizasyonlar kurarlar ve pazarlama, satış ve kâr hedeflerler ve beklerler. Fakat zaten uzun vadeli işleri sevmeyen fakat sırf rakip ve arkadaşı firmalara özenti ya da sonraki nesil genç patronların zoru ile pek de istemeyerek bu fiyakalı gençleri ve yöneticileri işe alan pratik patronlar, kısa sürede bir şeylerin doğru gitmediğin sahip oldukları girişimci ruhu ve deneyimi ile fark etmesi sonrası, ya bunları gönderir ve eski düzene döner ya da hareketlerini kısar.
Burada gözden kaçan en önemli noktanın son ütücü olduğunu gördüm. Kimdir bu son ütücüler: Büyük, devasa süslü ve ithal yerli binlerce ürünle dolu sistemin son çıkış noktası kasalarda çalışanlar. Yıllarca kurulan büyük sistemler, geliştirilen stratejiler, pazarlama, üretim, tedarik zinciri, müşteri ilişkileri hepsinin sonucunun alınacağı en stratejik mevkidir burası. Genelde de en çok ihmal edilen, incelenmeyen pazarlama gurularının teorilerinin uğratılmadığı noktalardır. Buralarda asgari ücretli, “overtime” çalıştırılan, genelde yine ekonomik nedenlerle AVM’lerden çok uzaklarda oturan, 2-3 saat yollarda vakit geçirmek zorunda kalan, düşük eğitim seviyesi, kötü ortam şartlarında genelde sürekli değişen ve sistemin en az değer verilen çalışanları müşterileri karşılar, genelde bir selam bile vermeden. Yine, bu şartlarda ve yurdum insanı genetik yapısı gereği gülme ve espri yapma yeteneği yüklenmemiş son kasacılar, tam sıra size geldiğinde kasayı kapatırlar kuyrukta ki velinimet müşteri sayısına bakmadan. Hiç suratınıza bakmadan barkodları okutmaya başlarlar. Hele ki bir ürünü tarttırmadan getirmiş iseniz ya da barkodsuz bir ürünü sepete atmışsanız iyice bir gıcık bakarak küçümseyerek karşısındaki genç yaşlı, kadın erkek herkesi yıldıran son ütücüler. Bu çalışanlar her alışverişimizde en son çıkış noktasındadır.
Bu noktadan önceki ne harcanan tüm gayret, kaynak, ne Philip Kottler’in kitaplarında anlatılan ve bizim kültürümüze genelde uymayan teorilerdeki tüm uygulamalarını bilen pazarlama yöneticileri, ne tam müşteri isteğine uyan ürün, ne de reklamlardaki mitolojik kişiler fayda sağlamaz tüketicinin bu firma hakkındaki imajına ve bir daha buraya gelip gelmemesine. Tüm aklında kalacak bu son ütücüden yenme olasılığı olan ütüler, sıralarda itilip kakılmışlığı, başımdan defol git diyen bakışlardır. Ankara, 7 Temmuz 2017
“Türkiye Uçak Gemisi – 2021 de sulara iniyor” “Türkiye THY Yerli yolcu uçağı yapacak” “Yerli uçak fabrikasının nereye kurulacağı açıklandı” “Yerli otomobil 20 liralık yakıtla bin kilometre yol alacak” “Dev firma, Türkiye’de ilaç üretimi yapacak” “Karabük’te bir çiftçi 10 yılda 8 yerli araç yaptı”
Ayakkabı insanlığın ilk icatlarından olsa gerek; tekerlekten önce. Ancak en gerekli ve en uzun kullanım süresi olan bir eşya. İlk ayakkabının 40.000 yıl önce giyildiğini rapor eden araştırmalar okudum. Yatarken bile çıkarmıyordu sanırım ilk insanlar; bugün ki gelişmiş ülkelerde olduğu gibi 😆
Koşucu olunca, Azerice kaçışçı, haberdar olduğum bir konu da ayakkabı oldu. Ayakkabı diye geçmemek gerekir; o kadar büyük bir alan ki. Hatta ayakkabının spor ayakkabısı alt grubunun koşucu alt grubu bile o kadar özel ki. Koşucu ayakkabısının egzersiz için olanı, koşu için olanı, koşunun cinsine göre uzun mesafe için ayrı, orta ve kısa mesafe için ayrı, arazide koşan için ayrı tipleri var. Geçen gün Reading’de koşarken bir tane de Çin’li egzersiz yapıyordu; torbasında 4 farklı çift ayakkabısı ile. Sordum. “Bir tanesi engelde koşmaya, biri düz koşarken, biri zıplarken biri de gidip gelirken giymek için” diye yanıt verdi.
Gerçekten de işin içine girince konu derinleşiyor. Fazla kilolar için daha destekli ayakkabı gerekiyor, dizlere fazla yansımasın diye. Ayakkabının burun tarafı ile taban yükseklik farkı, ağırlığının 12 onz ya da 6 onz olması…derinleştikçe derinleşiyor.
Bu alanda da Japon ve Amerikan markaları en bilineni ve teknik olarak en gelişmişleri. Daha önceki ziyaretim sırasında, koşucu değilken yanlışlıkla aldığım “Asics” markası Japonların çok meşhur burada. Ardından Mizuno, Pearl İzumi; Amerikalıların Nike, Adidas, Brooks, Saucony, Sketcher daha da özel olarak üretilen Altra, Salomon, Newton; liste uzayıp gidiyor. Bir de bu markaların yüzlerce farklı modelleri olduğunu düşünün.
Türkiye’de 70’li yıllarda “Esem Spor” markası ile bunların atası ayakkabılar üretiliyordu; bizler de giymiştik zamanında. Sonradan gelişmek yerine ortadan kayboldu; işletme açısından kurumsallıktan uzak olmaları mı, araştırma-geliştirme olmaması mı, rekabet mi sebep oldu batmalarına bilemiyorum.
Türkiye’de de koşucuların ayaklarında bu markalar görünür hep. İki yıllık koşucu geçmişi olan bende bile 5 çift koşu ayakkabısı olduğunu düşününce, eskittiklerim hariç, çünkü bu ayakkabıların prospektüsünde 900-1000 km. koştuktan ya da 6 ay sonra ayakkabıyı değiştirin yazar. olayın ekonomik büyüklüğü ortaya çıkıyor. Ayrıca teknolojik olarak da sürekli araştırma geliştirme gereken, en ufak yeniliği atlayanın kaybolmaya mahkum olduğu bir iş ortamı. Bunun pazarlama, marka oluşturma, üretim işletmesi ve diğer organizasyon kapsamları da var.
Bence eğer uluslararası değeri olacak sadece bir koşu ayakkabısı markası oluşturabilsek ve devam ettirip, az önce bahsedilen markalarla rekabet edebilecek hale getirebilsek, arkası gelecek; belki 40.000 yıl beklemeye gerek kalmadan, arabada yaparız, uçak da. Ancak kanımca ayakkabı yapamadan uçak, hatta uçak gemisi biraz hayal gibi!…Reading 12 Maysı 2016
1995 Yılında emekli olduğumda 40 yaşındaydım; o zaman çıkan iki yasa ile emekli olmam kaderim gibi oldu; erken emeklilik ve yurtdışı mecburi hizmet kaldırılması. Ancak resmi emeklilikten sonra çalışmaya devam edebildiğim için gönlüm müsterih; 58 yaşıma kadar sürekli çalıştım. Şimdilerde doktora sonrası 60 yaşımda bir yerlerde ders verebileceğimi umut ediyor ve gerekli girişimlerde bulunuyorum.
Ancak herkes için durum aynı değil. Askeriyeden sınıf arkadaşlarım 53 yaşında “Kırmızı Kart” görene kadar bekledikten sonra emekli oldu; fakat çoğu çalışmadan sadece sınıf yemeklerine katılmak suretiyle tüketime katkıda bulunuyorlar. Ağabeyim SGK’dan emekli olduğundan (65 yaşında zorunlu) emeklilik konularında sohbetimiz sırasında pek çok şey öğrenmiştim. İnsanlarımız adeta bedavadan emekli maaşı alabilmek için neler yapıyorlardı. Eşinden kağıt üzerinde boşanıp babasından emekli maaşı alanlar, olmayan çalışma sürelerini belgelerle oldu gibi gösterenler, torpil isteyenler. Daha önceleri “Süper emeklilik”, “Ballı emeklilik” envaiçeşidinden fakat ne aktüerya, ne insaf ne etik kapsamına girmeyen durumlar. En doğru emekli olanlar bile 45-50 yaşından sonra atıl kalmayı yeğliyorlar, kahve köşeleri hariç. Bu durum sık sık çıkan “SGK iflas edecek” tipi haberlerle gündeme getirilir; fakat bir çözüm olmadan devam ediyor.
ABD geldiğimde dikkatimi çeken konulardan biri de, mağazalarda, ofislerde gördüğüm çalışan yaşlı insanlardı. Bunlardan bazıları ile sohbet ettiğimde, sağlık güvencesi ve bakım için çok para gerekmesi, daha iyi yerlerde ve şartlarda yaşayabilmeleri, çatılarını aktarabilmeleri için paraya ihtiyaçları olduğu ve bu nedenle de çalışmaları gerektiğini öğrendim. Eşimle birlikte kapalı, havasız mağazalarda günde 8 saat ve genelde ayakta duran yaşlıları gördüğümüzde hayretle karşılıyoruz. “Aaaa, annem yaşında kadın!” sürekli kullandığımız cümlelerdi. Geçtiğimiz hafta sonu “Market Basket” denen buranın büyük bir süpermarketindeki kasada dikilen kadının en az 85 yaşında olduğunu tahmin ettik ve başlarındaki kişiye “Bu teyze kaç yaşında?” diye sordum; ancak “bilmediğini ve ABD ‘de çalışma yaşı ile ilgili bir üst sınır bulunmadığını” bizim şaşırmamıza şaşırarak söyledi.
Bugün bir de internetten bakayım diyerek yaptığım aramada karşıma çıkan haber daha da şaşırttı ve düşünmeye sevk etti.
Evet bu dedemiz 103 yaşında ve hâlâ çalışıyor; hem de bedenen ve bilfiil, umarım son bir yılda bir değişiklik olamamıştır. Tabi bu uç bir durum diyemeyeceğim, bu kadar yaşlı insanı çalışırken görünce. Batıdaki bu çalışma azim, potansiyel ve kinetiğe ilk defa Norveç’lilerle bir projede çalışırken hayret etmiştim; ben 27 yaşında bile değil iken 60 yaşında Norveçlinin emekliliğe daha çok var demesi ile. O zamanlar emeklilik yaşının Norveç’te 67 olduğunu söylemişti; yıl 1983. Daha sonra yabancılarla muhatap oldukça, yaşlı fakat konusunda yılların uzmanlığı ile ve büyük bir azimle çalışan yaşlı-gençleri, artı bir de bu durumun tüm kadınlar içinde geçerli olduğunu görünce Batı’nın, Japonya’nın, Çin’in neden bu kadar ileride olduğunu bir kere daha anlamış oldum. Reading’de Amerikalılar ile sohbet sırasında 60 yaşında emeklimi oldun diye hayret etmişlerdi; halbuki 40 yaşımda resmi emekli oldum desem herhalde hiç inanmazlardı. Bu nedenle emekli olduğumu söylemiyorum bir daha burada.
Basit bir matematik ile 80 milyon ülkemizde bu emeklilik yaşı durumuna göre çalışma potasındakilerin sayısı, 20-55 yaş alırsak, 40 milyon kadar. Kadınların istihdam oranı %25; buna göre toplam 25 milyon çalışan var, işsizlik oranı dikkate alınmazsa. İşsizlik bu yaş grubunda en az yüzde 20 olsa geriye çalışan sadece 20 milyon kişi kalıyor; yani 100 kişiden sadece 25’i çalışır durumda. Aynı oran gelişmiş bir ülke için hesaplanırsa, örneğin aynı 80 milyon nüfuslu Almanya: Emeklilik yaşı da göz önüne alındığında potada 50 milyon kişi oluyor. Aynı zamanda nerede ise tüm kadınlar çalıştığından ve işsizlik oranı çok düşük olduğundan 50 milyonun 45 milyonu çalışıyor. yani oran nerede ise bizim iki katımız. Bir de bunun üzerine bu haberdeki gibi 70-80 yaşına kadar çalışanlar ve hatta gençler tarafına gittiğimizde bizdeki gibi üniversite sınavı bitirmeyi bekleyenler olmadığından bir miktar daha çalışanı ekleyebiliriz. Yani 80 milyonun 60 milyonu , yani 100 kişiden 75’i çalışıyor; hem de ne çalışma: Sabah saat altıda başlıyor, yılda çalışılan gün sayısı aşağı yukarı aynı tatiller çıkarılınca. Ancak yine örnek olarak ABD alınırsa makine ve otomasyondan yararlanma oranı bu çalışma etkinliğini katlıyor. Çöp arabalarında bir kişi görevli, bizde bir şoför ve arkada asılan iki kişi yerine; otomatik olarak çöp kutuları arabaya boşaltılıyor. Üretimde de otomasyon, robotik çok fazla kullanılıyor; örneğin bizde yüz kişinin çalıştığı bir yatak üretim fabrikasının iki katı kapasitesine 30 çalışan ile erişilebiliyor.
Daha bunun içerisinde bu ülkelerin araştırma ve inovasyon, sistem, çalışma ve örgüt disiplinleri, yılların birikimi, dünya ekonomisini yönlendirme gücü, sömürgeleri gibi diğer bir çok ekonomik, sosyal etkenlerdeki üstünlükler eklenmedi bu yazıda, basite indirgeme için. Sadece tek değişken çalışma ve emeklilik yaş değişkeni ile bu kadar malzeme çıktı önüme.
Bu durum Amerika için de geçerli, diğer gelişmiş ülkeler için de. Bu nedenle artık ikide bir neden biz hâlâ gelişmekte olan ülkeyiz diye düşünüp, adamların bizden neyi fazla ola ki diye dert etmeyelim; emekliliğimizin keyfini çıkarıp sırt üstü yatmaya devam edelim, arada da sanki çok bir yaşmış ve çok çalışmışız gibi, emekliliğimizin bilmem kaçıncı yılı diye kutlamaya devam edelim ki çocuklarımıza, torunlarımıza hiç bir şey kalmasın…Reading 12 May 2016
Amerika tartışmasız dünyanın en güçlü ülkesi, bu dönemde; bilimde, sanatta, iş dünyasında, müzik, askeri gücü… İçeri giriş serbest bırakılsa dünyanın yarısı buraya gelmeye çalışır, her ne kadar Trump mevcutları da göndereceğini söylese de. Nereden kaynaklanıyor bu güç, bu etkenlik ve dünyaya hükmetme durumu? Bakılacak kaynaklar: İnsan, hammadde, coğrafik pozisyon, nüfus ve toprak büyüklüğü, mevcut altyapı, sistem, ekonomik kaynaklar, sermaye, üretkenlik, verimlilik, üniversiteler ve bilimsel kuruluşlar, Ar-ge. Benim ilk aşamada gördüklerim, öğrendiklerim ve kendime göre önem derecesi en yüksek olan faktör: İnsan Kaynakları ve bu vasıta ile ülkeye giren beyingücü ve sermayeyi irdelemek istedim, bu yazıda.
Vernon’un “Ürün Yaşam Evreleri Kuram”ı teknolojik, yenilikçi ürünlerin geliştirilmesi, üretimi, ithal ya da ihraç edilmesini gelişme düzeylerine ve değer zincirindeki yerlerine göre değişik ülkelerdeki evrelerini açıklamaya çalışır1. Her yıl binlerce yenilikçi, teknolojik ve çok yüksek kar marjlı ürünlerin devreye girmesi ve bunun ekonomiye olarak müthiş katkısı tahmin edilebilir sanırım. Bütün bu yenilikçi ürünler kim tarafından geliştirilmektedir? 1998 yılında Hindistan Teknoloji Enstitüsü2mezunlarının en parlak olanlarından yüzde otuzunu ABD’ye kaptırmıştır. 2001 yılında BM tarafından ABD’ye kaptırılan bu beyin göçünün Hindistan’a yılda 2 milyar dolar kaybına yol açtığı belirtilmektedir. 1990 ve 1991 yıllarında yapılan bir araştırmada bilim ve tıp alanında doktoralarını bitirenlerin yüzde 88’inin beş yıl sonra hala ABD’de kaldıkları belirlenmiştir. 1990’lı yıllardan beri yaklaşık 900.000 nitelikli çalışanın bu ülkelerden geçici vize programı kapsamında ABD gelmişler3. Bunlar, kendi ülkelerinin en üst entelektüel seviyesinde ve bilim adamı nosyonunda gençler.
ABD nüfusu 2014 yılı itibarı ile 320 milyon civarında. Normal dağılım eğrisine göre bu nüfusun IQ ve entelektüel olarak ortalamanın üç üzeri standart sapmasında yer alan ve üstün zeka olarak kabul edilen yüzde 0.1’i yaklaşık 300.000 kişidir. ABD tarafından kabul edilen ülkelerinin en zeki insanları ki, sadece Çin ve Hindistan toplam nüfusu 3 milyar kabul edilirse, üstün zekalı yüzde 0.1 ‘i 3 milyon kişi içinden ABD üniversiteleri kriterlerine dayalı sıralama sonrası seçilen bu 900.000 kişi yaklaşık ABD aynı grubun üç katı olarak ortaya çıkmaktadır. Yani ABD şu andaki nüfusunu 3 katı daha ilave edilse bu kadar sayıda teknolojik ve yenilikçi ürün ortaya koyabilecek böyle bir gruba sahip olabilecektir. ABD’ye gelip burada yerleşen ve çoğunluğu belirli süre sonunda ABD vatandaşı olarak ülkede yerleşen bu grubun zeka seviyesi tüm nüfusun IQ ortalamasını yukarı çekerken. bu beyin göçünü veren ülkelerin toplam IQ ortalaması düşmekte, üniversite mezunu ve hatta okuma yazma oranı düşük bu ülkelerdeki araştırmalar, buluşlar ve hatta eğitim seviyesini de düşürmektedir. Diğer taraftan ABD’ye kaptırılan bu beyin göçü sadece gelişmekte olan ülkelerle sınırlı kalmamakta gelişmiş ülkelerden de pek çok kişi çeşitli nedenlerle ABD’ye yerleşmektedir. Bu şekilde, ABD katma değeri çok yüksek olan yenilikçi ve teknolojik ürünlerden daha da fazla üretir hale gelmektedir. Bu bir çığ etkisi şeklinde giderek artmaktadır. Bu rakamlara yine kendi finansal kaynakları ile ABD’ye okumaya ya da iş kurmaya gelenlerin oluşturduğu müteşebbis ve genelde zengin ve memleketlerindeki üst düzey kişilerin kattığı, girişimcilik zekası ve bağlantılar, buraya aktardıkları ve bıraktıkları sermaye de eklenince ibre iyice ABD’den tarafa dönmekte.
Yıllar içerisinde bu döngüden yeterince faydalanan USA’de önemli büyüklükte ve milyonlarca araştırmacıyı finanse edebilecek sermaye birikimi, dünyanın en ünlü ve bilimsel açıdan etkin üniversitelerindeki projeler de bu zincire eklenince, kaçınılmaz olarak ABD dünyanın “number-one” ülkesi olarak varlığını sürdürmekte ve bu saadet zinciri kırılmadıkça ki yakın gelecekte mümkün görünmüyor, sürdürecektir… Reading-MA, 24Nisan 2016
Notlar: 1Vernon’un Ürün Yaşam Evreleri Kuramı:Kuram konuyu zaman ekseninde açıklamaya çalıştığı için dinamik bir yapıdadır ve ürünlerin yaşam devrelerinin işleyişi bakımından ülkeleri en gelişmiş ülke konumundaki Amerika Birleşik Devletleri (başlangıç / ilk üretim ülkesi), diğer gelişmiş ülkeler ve daha az gelişmiş ülkelerin biçiminde sıralamaktadır. Diğer bir ifadeyle ele alınan ürünün üretimine ABD’de başlanacağını ve zaman içinde üretimin daha az gelişmişlik düzeyindeki diğer ülkelere kaydırılacağını; DDY hareketlerinin böylelikle ortaya çıkacağını savlamaktadır. Dolayısıyla, yeni bir ürün ABD’de az miktarda ve iç pazara üretilir, üretimi ufak çaptadır, ürün gittikçe geliştirilir. Üretim ihracata değil, iç talebe yöneliktir. Bu arada çok pahalı ve öncüdür. Gelişmiş ülkelere biraz, az gelişmişlere de çok daha az ihraç edilebilir. Daha sonra diğer gelişmiş ülkeler de bu ürün lisansını alarak üretime girer. Az gelişmiş ülkeler bu kez ABD yanında bu gelişmiş ülkelerden de ithalata başlar. Yenilikçi firma; daha karlı bulduğundan, içte ve dışta yeni teknolojinin lisansını satmaya başlar. Daha sonra, yüksek maliyetli Ar-Ge gerektirmediğinden ve zaten az gelişmiş ülkeler bu konuda zayıf olduklarından faktör maliyetleri düşük ve telif haklarının da yasalarla fazla korunamadığı az gelişmiş (taklitçi) ülkelere kayar. Yenilikçi ülkede üretim sürer; ancak ihracat artış hızı yavaşlar. Çünkü taklitçi ülkeler düşük fiyatla ihracat piyasalarını ele geçirmeye başlamıştır. Yenilikçi ülkede üretim sürerken, ihracat azalmaya başlar. Taklitçi ülkelerde üretim hızlanır, ihracat gittikçe artar. Sonunda yenilikçi ülkenin iç talebi, yerli üretim yerine ithalatla karşılanmaya başlar. İç üretim hızla düşer. Artık teknoloji bütün dünyaya yayılmıştır. Teknoloji bütün ülkeler tarafından kullanılır hale gelmiştir. ABD ve diğer gelişmiş ülkeler başka alanlarda yine yenilik peşinde koşmaya, yeni mallar bulup üretmeye ve bunların ilk ihracatçısı olmaya devam eder. Özetle, ürünü ilk çıkaran, genelde ABD, bir birim maliyetle ürettiği malı yüz birime satarken, bu evrelerin sonunda taklitçi ülkeler belki bir birim maliyetle ürettiği bu malı belki bir-buçuk birime satabilir (Yardibi C., .Mobilya Sektöründe Uluslararasılaşma ve Rekabet Stratejileri: Türkiye Örneği, Yayımlanmış Doktora Tezi, THK Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara., 2016). 2Hindistanın teknik konularda faaliyetleri organize eden üst bir organizasyon. 3 http://immigrationtounitedstates.org/390-brain-drain.html
Rekabet, çocukluktan başlamak üzere, okulda, okulu kısa geçen girişimciler için çok daha erken, askerlikte, iş hayatı her anında, zengin olduktan sonra zenginler arasında, emeklilikte kahvede, insan genetik yapısına kodlu ve yine genetiğe bağlı şiddette toplum hayatının vazgeçilmez bir etken, güç, duygu ve uğraştır.
Piyasalarda öncelikle var olma daha sonra ise küreselleşmeyle başa çıkma aracı olarak her yerde geçerli bir olgudur rekabet. Michael Porter stratejiyi şekillendiren rekabet kuvvetlerini işler kitap ve makalelerinde. Daha sonra bu stratejiler kapsamında pazarlama stratejileri geliştirilir. Pazarlamanın 5P, 6P, 7P gibi pazarlama kuralları ortaya konulur. Teoriler, pratik uygulamalar ve durum çözümlemeleri incelenir okullarda. Firmalar ise bunlar üzerine gidilerek mevcut ürünlerin satılması ve kâra ulaşmaya çalışır.
Fakat, ne kadar akademik derin yazılar düşünceler oluşturulsa, firmalar kaç “P” olacaksa bütün kuralları uygulasa, bir çok büyük firma ya el değiştirir ya da iflasını ister. Neden olarak teknik eksiklikler, finansal, ürün, ürün gelişimi, rekabet konuları veya uluslararası krizler gösterilir. Bana göre firmaların başarısızlığında akademik ve danışman firma uzmanlarının olayla ilgili araştırma raporlarında yer alan detaylardan öte en önemli neden: Büyük laflar içeren stratejilerden, kurallardan, kuvvetlerden çok insan faktörüdür. Çok lüks AVM’lerde ne kadar güzel bir ortamda hizmet ya da ürün sağlayacaklarını ilan eden firmalardan bazılarına, ihtiyacınız halinde başvurduğunuzda daha kapıdan girerken buzdağına çarpmış transatlantik gibi olursunuz. Resepsiyonda “Günaydın” demeyen suratı asık firmanın ilk kişisinden başlayarak. Sonra bu kalitesizlik ve sevgisizlik, firmanın epey para harcayarak yaptırmış olduğu İtalyan seramiklere ya da mobilyalardan yansıyarak hizmeti ya da ürünü veren kişiye gelir. İstersen alma ya da istesen başka yere git. Ben senin uşağın mıyım. Zaten burada bin liraya zor çalışıyorum. Bu cümleleri suratından, konuşmasından kolayca algılarsınız, çalışanların.
Satış sonrası şikayet için erişilecek kişiler zaten ya kadroda ya da ortada yoktur. Sözüm ona oluşturulmuş satış sonrası hizmetler servisi, sanki yüzde yüz güven aralığında tam olarak hizmeti, ürünü sağlamış daha da ne istiyorsunuz diyor, yetkili birisine erişebilirseniz. Ya da aynı konuda aynı firmaya yaptığınız dördüncü şikayette bile aynı basma kalıp klişe cümlelerle size geri dönülür. Firmanın ne kadar haklı olduğunu, beş kuruşunu sizlere yedirmeyecek kararlılıktadır müşteri temsilcisi.
Bir teknoloji mağazası, devasa, yabancı yatırımı ama bizimkiler işletiyor. Otuzbeş liralık bir mikser bozulmuş, tamir için 30 TL istiyor ve değişim yapmıyor. Kaç kere aradık, yok. Halbuki müşteri potansiyeline bakmıyor. Halbuki bu davranış teknoloji mağazası ürün gamından yılda en aşağı onbin TL harcama potansiyeli, kaçırıyor. Ayrıca görüştüğü her kişiye olay naklediliyor, aman, sakına ha! Sonra bir yıl geçmeden bakıyorsun devasa bu teknoloji mağazası satılmış.
Son zamanda moda olan özel hastane, gidiyorsun. Yine ve hâlâ surat girişte başlıyor. Sen hastasın onlara muhtaçsın ya. Randevu saatine uymaya gerek yok, işin ne bekle. Doktor ise burnundan zaten kıl aldırmaz. Hemen MR, ultrason, daha şikayetini dinlemeden. Ya satış kotasını dolduracak ya da bu tetkikler olmadan bir şey yapamayacak şekilde yetişmiş. Çankaya’daki bir meşhur fizik-tedavi merkezine gidiyorum. Doktor hanım şikayeti soruyor, ancak dinlemiyor bile. Önceden ne gibi tedavi almışsın sormuyor. On gün fizik tedavi. Alt katta 18-20 yaşında çocuklar ve 300-500 dolarlık makineler sırtına konulup odada bu makinelerle tedavi olduğunu iddia ediliyor. Herhangi bir kriter yok, ne kadar akım verilecek, kaç şiddetinde ve nereye uygulanacak.
Her alanda ilk adım attığında karşılaştığın çalışandan, satış temsilcisine, satış sonrasına, müdürüne, herkes “işimden nefret ediyorum”, “beni uğraştıran müşteriden nefret ediyorum” diye bağırıyor.
Bu durumda, maalesef ülkemizde, Porter’ın Teorileri, önerileri, belirlemeleri pek bir yarar sağlamıyor küreselleşen dünyada, ya da pazarlama kuralları bir işe yaramıyor deniyor. Değil halbuki. Olay çok basit aslında. Müşteri ile temasta olan herkes örneğin Amerika’da gördüğüm seksen yaşında tezgahtarın yaklaşımı ile ve yaptığı işten gurur duyarak, insanlara saygı duyarak en önemlisi bu işten ekmek yediğini göz önünde bulundurarak, genel ortamdaki memnuniyetsiz ve mutsuz yaşamdan ayrı bir yaklaşımla bulunması sağlansa, bence sorunun temeli sağlam bir şekilde çözümlenir, ondan sonra üzerine, kural, teori, strateji, eylem planı, vizyon, misyon katları çıkılabilir. Yok içmeye bir şişe bile ayran Nene gerek senin taht-ı revan…Cem Karaca – Raptiye Rap Rap. Reading, 05 Nis 16
Dünya üzerinde gelişen olaylar, teknoloji, fikirler ülkemizde hep izlenir ve önce bir iki noktada konuşulur, itirazlar gelir, sonra birden olayın içine girilir, bu konuda olması gerekenden ileri gidilir, ancak bu ileri gidiş teknik anlamda değil, israf anlamında, abartma kapsamında olur. Bazen ise en önemli safhalar atlanır, bir ileri safhadan işe başlanır. Okumaya devam et “Kurumsallaş(a)mama”