Reading, MA, Boston yakınlarında küçük bir kasaba. İrlanda kökenliler çoğunlukta olmasına rağmen bir hayli de İtalyan var. Ayrıca beden işlerini (çim kesme, çatı kaplama, ev onarım vb) yapan çok sayıda Hispanik kökenli vatandaşlar var; ancak bu kesim genelde evlerin ucuz olduğu başka kasabalardan buraya çalışmaya geliyorlar; çünkü bu kasabada ev kiraları ve fiyatlar çok yükselmiş durumda; bir oda bir apartman dairesi 500.000 dolar civarında.
Havalar düzelince Alp ile birlikte gezilere çıkıyoruz etrafta. Yaşadığımız Johnson Wood Condo’s sitesi içerisinde pek çok cadde var; ağaçlıklı, çeşitli hayvanların bulunduğu ve arada burada yaşayanlara rastladığımız. Arada dememin sebebi burada genelde çalışma saatlerinde kimse etrafta olmuyor. Bütün şehir terk edilmiş gibi. Bu nedenle birilerine rastlamak biraz şans işi.
Bizim bulunduğumuz apartmanda komşularımız, Çinli, Hintli, İranlı, biraz da Amerikalı. Briton kökenli Gil-Pam Congdon çifti en çok konuştuklarımızdan; emekli olup buraya yerleşen, yaşlılık nedeniyle müstakil evlerini (townhouse diyorlar burada) satıp, iki odalı dairelerine taşınmış. Eskiden sebze bahçesi yaptıklarından burada da yöneticiden izin alıp köşede beş-on metrekare yerlerde çiçek yetiştirmeye çalışıyorlar; bu nedenle de sürekli karşılaşıyoruz. Hintli olan kız belli çok zeki ve beyin göçü kapsamında gelip buralarda iş bulmuş; “Business Analyst” olarak büyük çaplı Amerikan firmaların IT altyapısı konusunda danışmanlık yapıyormuş, o kadar Amerikalı dururken. İranlının lokantaları var. Genelde Türk ve benzer kültürlerden gelenler lokanta tipi yerlerde iş yapıyor, her ne kadar bilgisayar, elektronik mühendisliğinde çalışanlar ya da öğretim elemanı olarak kalanlar olsa da. Bu ikinci bahsettiklerim de beyin göçü kapsamında, ülkelerinin yüz binde, milyonda birleri IQ sahibi olanlar.
Bugün yine site içi ve yakınındaki Enos caddesinde dolaştık Alp ile. Cadde çoook sakin, geniş, ağaçlıklı ve çok güzel evleri var, iki taraflı. Caddenin sonuna doğru bir kız çocuğu gördük yanında yaşlı biri ile. Oraya doğru gidip selamlaştık. Alp, kız çocuğu ile oynamak istedi; adını sordum; “Gabriela” dedi, sonradan babaanne olduğunu öğrendiğimiz bayan. “İtalyan kökenli misiniz?” dedim. “Evet” dedi. İtalyanca konuşabilir misiniz soruma çok sevindi; belki gurbetlerde ana dili konuşan başka birini bulduğu için. Bundan önce karşılaştığım ve adından dolayı İtalyan olduğunu anladıklarıma “İtalyanca biliyor musunuz?” diye sorduğumda, “hayır ancak dedelerimiz konuşabilirdi, biz burada öğrenemedik” diye hayıflanmışlardı. Bana nereli olduğumu sorunca, değişiklik olsun diye “Napoli’liyim” dedim. Bunun üzerine Alp’i torunu ile oynamaya başlattı ve sohbete başladık, İtalyanca. Ondört yıl önce geldiğini, İtalya’da ne iş ne de yaşam kalitesi kaldığını anlattı. “Her yer hırsız doldu, çocukluğumuzun en prestijli caddesi bakımsızlıktan ve göçmenlerden yürünemeyecek halde diye epey bir dert yandı. “Burada olmaktan mutlu musunuz?” diye sorduğumda, iş olanakları, sakin bir çevre, çocuk yetiştirmek için uygunluğu, kaliteli okullar ve gelecekle ilgili umut vadeden ortamdan bahsetti. Ancak Trump “yabancıları istemiyor” deyince: “Yabancıları değil sadece bombalayan, insanları kurşunlayan Müslümanları istemiyor, haklı da” dedi. Yine Alp’i getirdiğim çocuk parkına kızı ile gelen Bulgar Christian’la sık sık konuşuyoruz. 27 Yıl önce Sovyetlerin parçalanması sırasında ülkesinden ayrılmış; önce Kanada’ya sonra da buraya yerleşmiş. Likör dükkanı açmış; işler iyi diyor. Türkiyenin şaraplarını beğenmiyor, en iyisi Fransız, oradan getirtiyorum diyor. Bulgaristan diyorum: Yolsuzluk, işsizlik dolu her yer diyor. Dedesi 90 yaşında orada çiftlikte yaşıyormuş. Sonra buralarda evlenmiş. Çocukları Amerikan kültürüne göre yetiştiriyor. Geri dönecek misin sorusuna: “Ne yapayım Bulgaristan’da iş yok, çocukların geleceği yok, özgürlük yok” diyor.
Eda’dan ayrılıp eve doğru giderken, köpek gezdiren bir genç kız laf attı, Alp’e. Konuşmada Brezilyalı olduğunu ve ülkesindeki yolsuzluk, anarşi ortamından kaçıp buraya gelmiş olduğundan bahsetti. Şu anki devlet başkanı “Dilma Roussef” ve önceki Lula’nın karıştığı yolsuzluklar ve bir türlü istikrar bulmayan ekonomik durum, işsizlik ve geldiği şehir Rio de Janeiro’daki olaylardan şikayet etti. Burada çalıştığı yerde “Nerelisin?” diye soranlara “Brezilyalı’yım diyemiyorum, ülkenin kötü şöhretinden dolayı” diye de ilave etti, Chiristiana. Brezilya ve benzeri ülkelerin “gelişmekte olan ülke” olarak tanımlanmasını komik bulduk; basbayağı geri kalmış bu ülkelerden geldiğimizi söylemek bile karşı tarafın yüz hatlarında değişikliğe neden olduğunu ve hemen ardından gelen ülkedeki sorunların açılmasını.
Pazar günleri, internette bularak devam ettiğim periyodik futbol maçında arkadaş olduğum, Polonyalı Jacek, Yunanlı Yorgo, Alman Tobias hep aynı nedenlerden buralara geldiklerini anlattı. Jacek, on yıl olmuş burada çalışmaya başlayalı,; Raytheon’da çalışıyor, vatandaşlığını yeni almış. Polonyadaki işsizlik, Walesa sonrası Katoliklerin devraldığı yönetimin yobazlığı ve ülkeyi geriye götürüşlerini anlattı. Tobias ise Frankfurt’tan gelip neden buralarda maceraya atıldığını sorduğumda, “burada iş bulmuştum, çocuklar da olunca artık yerleşmeye karar verdik” dedi. Yorgo 2000’de gelmiş yerleşmiş, nedenini anlatmadı; daha iki maç yaptık belki de bizim kültürümüze yakın sır vermek istemedi. Hakim Cezayirli. Fransa’da PhD yapmış, Kanada sonra buraya gelmiş, iti bir şirket, Analog Devices çalışıyor. Bizim memlekette iş yok, otorite çok fazla, özgürlük yok diyor. İrlandalı Peter nerede çalıştığını sorduğumda esprili bir dille geçiştirdi. Devamlı minyatür kalede duran Çin’li Ming hikayesini daha öğrenemedim.
İnsanların istediği aslında basit, iş, güvenli bir ortam, çocuklarının yarınları, özgürlük; bunları da burada bulduklarını düşünüyorlar…Reading, MA- 12 May,2016